14 Aralık 2008 Pazar

Osmanlı Cumhuriyeti & Muro

Uzun zamandır sinemaya sadece gülebilmek için gitmek istiyordum. Bunun için önce Osmanlı Cumhuriyeti'ne gitmeye karar verdim. Gülerim belki diye. Filmin başlarında bir-iki espirili sahneden sonra, ağır mesaj bombardımanına tutulmaya başladık ve film, bir o kadar ağırlıkta, gayet kötü bir şekilde sona erdi. Filmde gülecek az sahnenin olması durumuna, bir de çekiminin dandikliği eklenince tam çekilmez bir hal aldı. Topkapı Sarayı'nın bahçesinde iki sağa, iki sola yürüyüşle halledilen onlarca sahne, dışarıda bir evde çekilen birkaç sahne vs. derken, toplamda 10-15 basit sahneyle bitirilen film.

Ondan sonra gülerim diye Muro'ya gideyim dedim. Arkadaşlarla gittik. O da tam bir rezaletti. İki tane Rus mankeni alıp, onlar etrafında bir film çevirip bize, kelimenin tam anlamıyla, yedirdiler. Yine Osmanlı Cumhuriyeti'nde olduğu gibi basit ve ucuz sahneler. Bir köye gitme sahnesi, bir-iki disko sahnesi, bir-iki yatak sahnesi derken filmi bitirdiler. Kötü, hatta iğrenç, espiriler de cabası tabii.

Ama bence en kötüsü düşünce... Yani bu insanlar, bu oyuncular, yönetmenler, senaristler bu filmleri yaparken neler düşünüyorlar çok merak ediyorum. Türk milletine ne versen yer düşüncesiyle mi hareket ediyorlar acaba? Aksi takdirde, bu kadar özensiz, bu kadar basit, bu kadar kötü, üzerinde bu kadar az kafa yorulmuş filmleri insanlar neden yapar, bunlara nasıl cürret ederler? Muro'yu ilk hafta sonunda 1 milyonu aşkın kişi izledi. Osmanlı Cumhuriyeti'nin de bu aralardaki izleyici sayısı yine 1 milyonun üzerindedir. Böylelikle bu kötü filmlerden bile parayı kıracaklar bu filmleri yapanlar. Açıklasınlar, merak ediyorum, bu filmlerin toplam maliyetleri ne kadar tutmuştur acaba? Oyunculara verdikleri para dışında bu iki filmi çekmek için toplam 500 milyardan fazla para harcadılarsa çok para harcamışlardır demektir.

Gel de ondan sonra gözünü sevdiğim Amerikan filmlerine hayran olma, onlara gitme. İnsan en azından kandırılmadığına inanıyor, karşısında bir emek görüyor, verdiği paranın hakkını alıyor.

13 Kasım 2008 Perşembe

Yaşlı ve Genç Kadınlar Üzerine

Yoğun Sabancı okumalarından arta kalan vakitlerimde kendi özel ilgilendiğim alanlara ve konulara dair birşeyler okumaya çalışıyorum. Bunlardan en zevkle, beğenerek, etkilenerek okuduğum kişi ise Nietzsche. Yukarıdaki "etkilenmek" sözcüğünü özellikle kullandım, çünkü şu ana kadar düşündüğümde, okurken kendisinden etkilendiğim çok az kişi olmuştur. Sanırım etkilenmek benim için oldukça önemli bir olay. Yani birinden hoşlanabilirim, o kişinin düşüncelerinden, fikirlerinden vs. hoşlanabilirim. Ama ondan ekilenmek sanki daha yoğun, daha güçlü, daha üstün birşeymiş gibi benim zihnimde... Neyse, lafı fazla uzatmayayım ve asıl meseleye geleyim. Nietzsche'nin "Böyle Buyurdu Zerdüşt"'ünden daha önce de bir alıntı yapmıştım. Şimdi ise ""Yaşlı ve Genç Kadınlar Üzerine" başlıklı yazısından birşeyler alıntılamak istiyorum. Nietzsche'nin burada ifade ettiği görüşlerine katıldığım veya onları onayladığım için değil, sadece onlardan etkilendiğim için buraya yazma ihtiyacı duyuyorum. Bir de, Nietzsche'nin burada ifade ettiği fikirlerini, çok uzunca bir zamandır tanıdığım bir hocamın düşünceleriyle benzer bulunca, bu da diğer bir motivasyon oldu, buraya Nietzsche'den birşeyler alıntı yapmaya karar verirken. Hadi artık uzatmadan alıntılara geçelim... :)

"İnsan kadın üzerine yalnızca erkeklerle konuşmalı."

"Kadında ne varsa bir bilmecedir ve kadındaki her şeyin bir çözümü vardır: o çözümün adı da gebeliktir."

"Erkek, kadın için bir araçtır yalnızca: amaç her zaman çocuktur. Ama erkek için nedir kadın? Gerçek bir erkek iki şey ister: tehlike ve oyun. Bu yüzden kadını ister, en tehlikeli oyuncak olarak."

"Bir oyuncak olmalıdır kadın, tertemiz ve güzel, değerli bir taş gibi ve henüz varolmayan bir dünyanın erdemleriyle aydınlanmış."

"Sevginizden kaynaklanmalı onurunuz! Bunun dışında onurdan pek birşey anlamaz kadın!"

"Kadın sevdiğinde erkek korkmalı kadından. Çünkü o zaman kadın her türlü özveride bulunur ve erkeğinden başka herşeyi değersiz bulur."

"Kadın ondan nefret ettiğinden, erkek korkmalı kadından: çünkü erkek ruhunun en derin noktasında yalnızca kötüdür; kadın ise aynı noktada aşağılıktır."

"Kimden nefret eder kadın en çok? - Demir şöyle demiş mıknatısa: "senden en çok beni çektiğin, ama kendine çekecek kadar kuvvetli olmadığın için nefret etmekteyim."

"Ve kadın, boyun eğmek ve bir derinlik bulmak zorundadır yüzeyine. Yüzey ruhudur kadının, sığ sularda yüzen, fırtınalı, devingen bir zardır."

"Erkeğin ruhu ise derindir, onun nehirleri yeraltı mağaralarında akar: kadın onun gücünü sezer, fakat kavrayamaz."

"Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacını unutma!"

İşte böyle buyurdu Zerdüşt.

16 Ekim 2008 Perşembe

Bilimsel Gelişme Meseleleri...

Bu aralar, Araştırma Yöntemleri dersi alıyorum. Bu dersi İsveç'teyken de almıştım. Orada daha genel bir ders görmüştük. Genel olarak farklı araştırma yöntemlerinden (quantitative, qualitative) haberdar olmuşsak da, içinde bulunduğumuz disiplinden dolayı olsa gerek (uluslararası ilişkiler), biz öğrenciler genel olarak kendi çalışmalarımızda, yani master tezimizde, qualitative yöntemi kullanmayı tercih etmiştik. Belki arada çok nadir birkaç kişi quantitative yöntemi de araya karıştırmıştı, ama baskın eğilim, qualitative yöntemin kullanımı şeklindeydi.

Burada ise genel bir araştırma yöntemleri dersi almıyoruz. Burada sadece quantitative yöntem odaklı bir ders alıyoruz. Yakında ekonometri vs. türü çalışmaların yapıldığı STATA isimli bir programı öğrenmeye başlayacağız. Şu ana kadar sistemli bir şekilde quantitative yöntem dersi almamış olan ben için, bu dersin bana yararlı olacağından şüphem yok tabii ki, ama aynı zamanda kendimi qualitative yöntemde de biraz daha geliştirmek, o alandaki bilgilerimi daha derinleştirmek isterdim doğrusu.

Bir de bu ders sürecinde, meselelere giriş olması bakımından okuduğumuz iki "temel" metin var: 1) Thomas Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, 2) Karl Popper, The Logic of Scientific Discovery.

Yazının başlığında da belirttiğim gibi, aslında bu yazının asıl derdi bilimsel gelişme meselesi. Aldığım dersten ve sonra da okuduğumuz bu iki kitaptan bahsetmemin nedeni de, bu iki kitabın önemli bir derdinin bilimsel gelişme dediğimiz şeyi açıklamaya çalışmak olması. Her ikisinin de kendine göre bir bilimsel gelişme anlayışı var. Ne tür durumlar bilimsel gelişmedir, ne tür durumlar değildir, bunlar bir sosyal bilimci için, ya da her türlü bilim ile uğraşanlar için, önemli sorular. Hatta meseleyi bir adım öteye daha götürüp, hayatı, insanları, dünyayı ve bunlarla birlikte kendini anlamaya çalışan herhangi bir insan için de kendi anlayışının gelişmesinin oldukça önemli olduğunu söyleyebiliriz. Onun "kendi anlayışının gelişmesi" kavramıyla, aslında yukarıda bilimsel gelişme olarak sözedilen şeyi kastediyorum. Sıradan bir insanın kendi anlayışının gelişmesini daha iyi nasıl tanımlayabilirim bilemediğim için bu kavramı kullandım. Ama neyse, asıl mesele bu değil. Burayı daha fazla uzatmayayım. Bu meseleyi sıradan insanlar düzeyiyle de ilişkilendirmeye çalışmamın nedeni, hayatı anlamak, insanları ve dünyayı anlamak gibi meseleleri sadece "bilim insanlarına" has bir uğraşı olarak görmememden kaynaklanıyor. Dolayısıyla "sıradan insanların" bu alana ilişkin arayışları da aslında değerli. Bu noktayı açık edebilmek için de amma muhabbet yaptım yani. Neyse...

Peki, bütün bu anlatılanların son tahlilde önemi nedir? Bunları buraya niye yazıyorum? Hangi dersleri aldığımı, derslerde kimleri okuduğumuzu göstermeye çalışmak mıdır derdim? Hayır tabii ki. Derdim basit. Derdim, şeylere ilişkin olarak kendi anlayışımın da bunlarla ilgili olarak sürekli bir etkileşime girmesinden kaynaklanan meseleler hakkında konuşmak. Ben kendimi bir bilim insanı olarak tanımlamıyorum. Diyelim ki, kendimi sıradan bir insan olarak adlandırıyorum. Benim de dünyayı, insanları, hayatı ve kendimi anlamak için bir çabam var, bir arayışım var. Hatta anladığımı düşündüğüm bazı parçalar için genelleştirme çabalarım, açıklama modellerim veya teorileştirme çabalarım bile var! Benim bile var yani! Varın gerisini siz düşünün! :)

Bu "teorilerimden" ya da teorileştirme çabalarımdan en sistematiği, erkek ve kadın arasındaki ilişkileri anlayabilmek için yazdığım yazıdır diyebilirim. Bu yazımla erkek ve kadın arasındaki ilişkilerin herşeyini açıkladığımı, anladığımı, anlattığımı vs. düşünmüyorum tabii ki. Ama mesele bu değil. Mesele benim yazdıklarımın doğru olup, olmadığı değil. Mesele, benim yazdıklarıma "bilimsel gelişme" bağlamında baktığımda, Kuhn ve Popper'ın söylediklerinden hareketle, ne diyebildiğim...

Şimdi belki bu arada Popper ve Kuhn'un bilimsel gelişmeden ne anladıklarını kısaca belirtmek gerekir. Kısaca söyleyebiliriz ki, Popper için bilimsel gelişme yanlışlanmayla (falsification) sağlanır. Bir kere en başta ürettiğiniz şey yanlışlanabilir (falsifiable) birşey olmalı ki, bilimsel olabilsin. İkinci aşamada ise, bilimsel gelişme, o ürettiğiniz şeyin yanlışlanmasıyla elde edilebilir. Kuhn'a göre ise, bilim dediğimiz şey daha ziyade yanlışlama ile değil, doğrulama (verification) ile gelişir.

Kadın - erkek arasındaki ilişkileri anlamaya dair yazımı yazmamın üzerinden yaklaşık olarak 3 sene geçti. Bu dönemde hem kendi hayatımdan, hem başkalarının hayatlarından bir çok yeni şeyi gözlemleme imkânı buldum; bunları hep kendi teorik çerçevem açısından tarttım, değerlendirdim. Üzerlerinde uzun uzun düşündüm. Son tahlilde, gördüğüm, teorimin hep doğrulandığıydı. Yani gözlemlediğim yeni gelişmelerin, benim teoride söylediklerimi pratikte hep yansıttığını gördüm. Peki, bu doğrulamaların benim teorim açısından önemi neydi? Bu doğrulamalar benim teorimi daha geçerli, daha kabul edilebilir, daha doğru mu yaptı? Yani Kuhn'un bakış açısından bakarak söyleyecek olursak, benim teorim bilimsel anlamda gelişmiş mi oldu? Ya da meseleye Popper açısından baktığımızda, en azından benim gözlemlerim çerçevesinde teorim henüz yanlışlanmadığına göre, o zaman teorimin herhangi bir bilimsel gelişmeye uğramadığını mı söylemeliyiz?

20 Eylül 2008 Cumartesi

Pazar Yerindeki Sinekler Üzerine...

Bu aralar biraz Nietzsche okudum ve okumaya da devam ediyorum. Önce onun hakkında yazılmış birkaç kitap okudum ve şimdi de "Böyle Buyurdu Zerdüşt"'ü okumaya başladım. Dili ve anlatımı zaten herkesin takdirini kazanmış bir filozof Nietzsche, ama bunun yanı sıra, değindiği konuları da çok beğendiğimi söylemeliyim. Bugün kitabın içindeki "Pazar Yerindeki Sinekler Üzerine" başlıklı yazıyı okudum ve çok beğendim. Belki ben de kendimden ve içinde yaşadığım ortamdan bazı parçalar bulmuş olabilirim bu yazıda; bilemiyorum. Ama yine de güzel bir yazı olduğunu düşünüyorum ve buraya da bazı alıntılar yapmak istedim.

"Kaç dostum, kendi yalnızlığına! Büyük adamların gürültüsünden başının döndüğünü ve küçük insanların dikenleriyle yaralandığını görüyorum."

"Ormanlar ve kayalar, bilirler seninle birlikte susmanın saygınlığını."

"Yalnızlığın bittiği yerde pazar yeri başlar; ve pazar yerinin başladığı yerde büyük oyuncuların gürültüsü ile zehirli sineklerin vızıltısı da başlar."

"Gürültü ve soytarılarla doludur pazar yeri."

"Bu koşturanlara bak da kendi güvenliğine geri dön: insan yalnızca pazar yerinde bir Evet mi? ya da Hayır mı? saldırısına uğrar."

"Kaç dostum, kendi yalnızlığına: seni zehirli sineklerin soktuğunu görüyorum. Sert ve sağlıklı bir havanın estiği yerlere kaç!"

"Kendi yalnızlığına kaç! Küçük ve acınası olanlarla çok yakın yaşadın. Kaç onların görünmez öçlerinden!"

"Artık el kaldırma onlara! Sayısızdır onlar ve senin yazgın sineklik olmak değildir."

"Yorgun düştüğünü görüyorum zehirli sineklerden, belki yüz yerinde kanlı çizikler görüyorum; ve gurunun öfke bile getirmiyor."

"Bir tanrı ya da bir şeytanmışsın gibi yaltaklanırlar sana..."

"Seni cezalandırırlar bütün erdemlerinden ötürü, içtenlikle hoşgördükleri ise yanlışlarındır."

"Görmedin mi kaç kez sustuklarını sen yanlarına yaklaştığında ve güçlerinin sönmekte olan bir ateşin dumanı gibi karıştığını havaya?"

"Evet dostum, sen bir vicdan azabısın hemcinslerin için, çünkü onlar sana layık değiller. Bu nedenle senden nefret ederler ve kanını emmek isterler."

"Hemcinslerin her zaman zehirli sinekler olacaklardır senin için."

"Kaç dostum kendi yalnızlığına - ve sert, sağlıklı bir havanın estiği yere. Senin yazgın sineklik olmak değildir. -"

İşte böyle buyurdu Zerdüşt.

17 Ağustos 2008 Pazar

İnsan Önce İnsan Olmalı 2!



İstanbul Vefa'da bir mezarlığın duvarının resimleri bunlar. Resimlerde de gayet rahatlıkla görülebildiği gibi, mezarlığın duvarını yaparken, içerideki mezar taşlarından kullanılmış. Şimdiiiii... Duvarı, mezarlıktan aldıkları taşları kullanarak ören bir zihniyeti taşıyan cisme ya da cisimlere siz insan diyebilir misiniz? Biz diyemeyiz. Ee bu iş o kadar kolay değil, çünkü insan olabilmek için, önce insan olabilmek gerekir.


30 Temmuz 2008 Çarşamba

İnsan önce İnsan olmalı!

Her zaman söylerim, bir insanın sahip olması gereken en öncelikli özellik insan olmaktır. Yani bir insan önce insan olmalı. Eğer bir insan insansa, o zaman ondan bir insandan beklenebilecek davranışları bekleyebilirsiniz. Eğer bir insan insan değilse, ondan ancak o zaman bir insandan beklenebilecek davranışları beklemeyebilirsiniz. Fakat, bu mesele o kadar kolay değildir. Etrafta bir de insana benzeyen, ama nedense insan gibi davranışlarda bulunmayanlar vardır. İşte mesele, bu kişilerin gerçekte ne oldukları meselesidir. Ben onların ne olduklarını bilemem tabii ki, ama sanırım ne olmadıklarını bilebilirim. Bunlar, ne yazık ki henüz insan olamamış, insanlıktan nasibini alamamış şeylerdir. Bir gün umulur ki, insan olurlar, onlar da bizim aramıza katılırlar. Allah'tan ümit kesilmez. Ne yazık ki aşağıdaki görüntülerin müsebbibi ya da müsebbibleri insan değiller, insan olamazlar.








8 Temmuz 2008 Salı

Chris de Burgh Istanbul Konseri

Geçtiğimiz Pazar günü Wimbledon final maçının uzamasından dolayı yayınlanamayan Chris de Burgh İstanbul konseri, eğer yine bir aksilik olmazsa, bu hafta Pazar günü (20 Temmuz 2008) saat 21:00'da yayınlanacakmış.

Televizyon'dan izleme imkânı olmayanlar, CNNTurk'un websitesinden, Canlı Yayın'ı, tıklayarak da izleyebilirler.

Kaçırmamanızı tavsiye ederim. :)

P.S: Konser sırasında kendimi de görebileceğimi umuyorum, çünkü bir kere bir şarkı sırasında kalkıp arkadaşla dans ettik, o sırada kameralar bizi çekiyordu. Onun dışında, konserin son 40 dakikasını da sahnenin hemen önünde geçirdim. :) Üzerimde siyah bir Chris de Burgh t-shirt'ü vardı. :)

M. Mehdi Karimi

Bugün yeni bir müzisyeni dinleme imkânım oldu: M. Mehdi Karimi. Kendisi İran'lı ve asıl işi denizcilik. Bununla birlikte olabildiğince profesyonel olarak müzikle de ilgilenmiş ve ilgilenmeye de devam ediyormuş. 2008 Mayıs'ında çıkan albümünü internetten de dinleyebiliyorsunuz. Bugün sitesine girdim ve şarkılarını dinlemeye başladım. Şunu söylemeliyim ki, ilk şarkıyı dinlediğimde gerçekten çok şaşırdım, çünkü bu kadar güzel bir şarkı, melodi ve ses beklemiyordum. Sesi öyle ki, insanı sanki trans haline sokuyor, insana bir rahatlama hissi veriyor. İngilizce tabiriyle gayet soft, Türkçe tabiriyle de herhalde kadife sesli mi denir, bilemiyorum artık, :) ama her ne denirse densin, bence oldukça güzel ve etkileyici bir sesi var.

Ben şu ana kadar üç şarkısını dinledim ve hepsini de beğendim, fakat ilk şarkıyı sanırım diğerlerinden daha fazla beğendim. :) Eğer siz de kendisini dinlemek isterseniz, sitesini açın, site yüklendikten sonra, sağ tarafta müzik aleti gibi duran şekilden PLAY tuşuna basın ve şarkılar sırayla çalmaya başlayacaktır. İlk şarkı "Once n Forever"'a özel olarak dikkat etmenizi rica ediyorum. :)

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Bir Kütüphane Macerası...

Geçen gün bir arkadaşla İstanbul Üniversitesi kütüphanesinin özel bir bölümüne gittik. Genel Koleksiyonun olduğu binaya değil, ona beş dakika mesafede, İbn'ül Emin koleksiyonunun bulunduğu başka bir binaya gittik. Bina tabii tarihi bir bina, kocaman bir giriş kapısı vardı. Kapıdan girer girmez, sol ve sağ taraflarda antika türünden basım makinaları vardı.






Kapıdan girince sizi hemen sağ tarafta bir güvenlik görevlisi bekliyor. İçeride sıcaktan mayışmış bir şekilde sandalyesinde oturmuş, muhtemelen kırk yılda bir gelen okuyucular veya araştırmacılar nedeniyle keyfi birazcık bozulan bir zat-ı muhterem. İlk önce ona, oraya neden geldiğimize, ne aradığımıza dair ayrıntılı bir şekilde hesap verdikten sonra, üst kata yönlendiriliyoruz. Üst kata çıkarken, sağda solda güzel ahşap kitaplıklar görüyorsunuz. Hemen onların da resimlerini çektim tabii.



Merdivenleri çıktıkça ve böyle güzel ahşap kitaplıkları gördükçe, galiba güzel ve tarihi bir yere geldik diye düşünmeye başladım. Kafamın bir köşesinde de bir zamanlar internette tesadüfen rastladığım dünyanın en güzel kütüphanelerinin resimleri vardı. Amerika'dan ve dünyadan çeşit çeşit kütüphaneler, hem görüntüleriyle, mimarileriyle, konforlarıyla, işlevsellikleriyle ve belki de modernlikleriyle o kadar güzeldilerki. O internet sitesinde, hatırladığım kadarıyla, Türkiye'den bir tane bile üniversite yoktu, ki zaten ben de şu ana kadar Türkiye'de öyle güzel bir kütüphane gördüğümü hatırlamıyorum. Gerçi Türkiye'deki bütün kütüphaneleri gezmedim, yine de dediğimde doğruluk payı büyüktür bence.



Neyse, sonra üst katta bir odaya girdik ve orada da bir tane bilgisayar başında oturan bir görevli gördük. Sanırım o da öyle boş boş oturuyordu. Neyse, biz gelince bizimle ilgilenmeye başladı, arkadaşın istediği bir kaynağı bulmaya çalıştı.



Kitabın künyesini alıp çıktı ve başka bir odaya geçti. Ben tam böyle, "aa ne güzel, bak ne güzel yardımcı olmaya çalışıyor" diye içimden geçirmeye başlarken, birkaç dakika sonra geri geldi ve güzide bir Türk memurundan beklendiği şekliyle mesai saatinin ne yazık ki bittiğini ve bu saatten sonra bize kitap veremeyeceğini söyledi. Bugün gidin, yarına gelin dedi. Ne diyelim, pek şaşırmadık. O gün gittik, yarın geldik.

27 Haziran 2008 Cuma

Hayatı Yaşamak, Hayatı Tüketmek

Bazı arkadaşlarım, hayatın hep olumsuz taraflarını gördüğümü söylüyorlar. Bir dereceye kadar haklı olabilirler, ama bazı durumlarda ise, insan ne yaparsa yapsın, sanki bütün olumsuzluklar onun üstüne üstüne geliyor gibi oluyor ve ne kadar iyi niyetli olmak isteseniz de, ne yazık ki olumsuzlukları görmeye devam etmek durumunda kalıyorsunuz.

Her gün akşamları evime birbuçuk, hatta bazen iki saatlik berbat ve işkenceli yolculuklardan sonra gidebiliyorum. Neredeyse bütün yolculuğum ayakta geçiyor. Üstelik sıkışıklık da cabası tabii ki. Geçen gün yanımdaki adamın, "1 metrekare alana 20 kişi sığdık, helal olsun" şeklindeki lafını uzun süre unutmam sanırım. Bir de bütün bunların üstüne, havanın sıcaklığı, herkesin terli oluşu, koku, sıcak, nem, vs. derken, o yapılan yolculuğun nasıl bir rezalet, nasıl bir insan-dışılık, nasıl bir sefillik halinde geçtiğini tahmin edebilirsiniz sanırım. Ben ki normalde pek fazla terlemeyen bir insanım, dün akşam eve geldiğimde, resmen terden sırılsıklam olmuştum. İğrenç ötesi bir durumdu tabii ki.

İstanbul güzel şehir... Ama, bu değerlendirmeye eklenmesi gereken o kadar çok "ama" var ki, bütün bu "ama"'ları bir araya getirdiğinizde, artık İstanbul'un güzelliği falan kalmıyor ortalıkta. Aksine, içinde yaşayan insanların birçoğunun sadece ızdırap çekerek günlerini geçirdikleri ve geçirmeye devam ettikleri bir işkence kafesi halini alıyor.

Arkadaşlarımla oturduğumuz zaman kullandığım çok basit bir söz var ve ne yazık ki ben bunun doğruluğunu her gün biraz daha iyi anlıyorum: "Bazıları hayatı yaşıyor, bazıları ise tüketiyor."

Siz hangisisiniz?

12 Haziran 2008 Perşembe

Türkiye - İsviçre (2-1)

Dün akşam yine ilginç maçlarımızdan birisini oynadık. Portekiz maçından sonra, artık "havalarda uçmayı" birazcık bıraktık. Ya da Portekiz tarafından bıraktırıldık desek daha doğru olur sanırım. Hatırlarsanız, Büyük İmparator Sinyor Fatih Terim, Portekiz maçı öncesinde, "Bize final oynamak yakışır!" şeklinde demeçler veriyordu. Tabii, bulunca dinleyenleri, insanın kendini tutabilmesi zor oluyor, içten geldikçe sallayası geliyor insanın! :)

Neyse, Portekiz sayesinde gerçekleri biraz daha iyi görmeye başladıktan sonra, geldik İsviçre'ye... Ben İsviçre - Çek Cumhuriyeti maçını seyretmiştim ve orada gördüğüm kadarıyla İsviçre hiç de öyle kolay lokma değildi, nitekim bunu bize de gösterdiler. Fakat bizim takımın hakkını da vermek lâzım açıkcası. Yağmur gerçekten bizi olumsuz etkiledi. Evet, onlar da bizimle aynı sahada oynuyorlardı, fakat oyuncuların özellikleri açısından yağmurlu ve ağır bir sahadan bizim oyuncularımız daha olumsuz etkilendi. İsviçre'nin oyuncuları bizimkilere nispeten daha "düz", daha sıradan oyuncular, bizim oyuncularımız ise İsviçre'ye nazaran daha "teknik" oyuncular. O yüzden sahada kısa paslarla ilerlemeye, adam geçmeye ve teknik ile birşeyler yapmaya çalışan milli takımımız, saha ağırlaştıktan sonra neredeyse hiç top oynayamaz hale geldi. Diğer taraftan İsviçre ise uzun toplarla kalemizde tehlike oluşturmaya çalıştı ve sonunda golü de buldu. İkinci yarı hem sahanın biraz düzelmesi, hem de Sinyor Büyük İmparator Fatih Terim'in oyuncu değişiklikleri ile biraz kendimize geldik. Semih yine kendinden bekleneni yaptı ve oyuna girer girmez, farkını ortaya koyup, şahane bir kafa golüyle klasını gösterdi. Sanırım bundan sonra artık Nihat'ı tek santrafor olarak oynatma inadından vazgeçer Sinyor Terim. Bence maçın hakkı 1-1 idi, ama son dakikada işte o bahsettiğimiz "teknik" devreye girdi ve bize Arda'nın klas golüyle 3 puanı getirdi.

Şimdi gözlerimiz Çek Cumhuriyeti maçında... Bakalım bu maçta nasıl bir kadroyla çıkacağız ve neler yapacağız. Benim ümidim, Sinyor Terim'in ileride yine Semih'i oynatması ve onun yanında da Nihat'a görev vermesi. Sol tarafta artık Uğur Boral'a da şans vermesini bekliyorum, çünkü Uğur'un soldan yapacağı ortalarla Semih'in epey pozisyon bulabileceğini düşünüyorum. Evet, Çek savunması uzun boylu ve Semih de o kadar uzun bir santrafor değil, ama yine de Semih'in kendinden çok daha uzun oyuncularla hava mücadelesine girebildiğini ve başarılı olabildiğini unutmamak lazım. Nitekim İsviçre defansı da öyle pek kısa boylu bir defans değildi, ama Semih yine ustalığını ve kalitesini gösterip, kafa golünü atmayı başardı.

21 Mayıs 2008 Çarşamba

İstanbul

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı...
Gürültüden başka birşey yok!

5 Mayıs 2008 Pazartesi

Tarja'lar ve Bye-Bye...

Bazı insanlar geçmişleriyle yaşayamazlar. Geçmişin izleri, hatıraları, anıları, kişileri, kurumları, yaşanmışlıkları onlara ağır gelir. Onları unutmak, silmek, atmak ve, sanki mümkünmüş gibi, tekrardan ve sıfırdan başlamak isterler. Zihinlerini, hafızalarını temizlemek isterler. Unutarak rahatlayacaklarını düşünürler. Unutmak isterler, geçmişi temizlemek isterler, çünkü orada yanlış, kötü, hatalı yaptıklarını düşünürler. Buna inanırlar. Geçmişe günah & sevap ikileminde bakarlar; hayata da öyle. O yüzden unutmak isterler, af dilenmek ve günahlardan arınmış, hatalardan temizlenmiş bir şekilde yeni maceralarda yol almak ve yaşamak isterler. Aslında herkes gibi onlar da mutlu olmak isterler. Ama mutluluğu, geçmişlerini silmeye, unutmaya çalışarak, bir zamanlar önem verdikleri, değer verdikleri şeyleri, kişileri, kurumları, yaşanmışlıkları değersizleştirmeye çalışarak bulmaya çalışırlar. Yanılırlar. Değersizleştirdikleri aslında kendileri olurlar da, bunun farkına ne yazık ki varamazlar.

Nightwish'in aşağıdaki şarkıyı, gruptan ayrılan Tarja'ya ithafen yazdığı söylenir. Ben de şarkıyı bütün Tarja'lara ithaf etmek istedim. :)

Nightwish - Intro + Bye Bye Beautiful

27 Nisan 2008 Pazar

Nightwish - Phantom of the Opera LIVE

Operadan konu açılmışken, bir de Tarja'dan Phantom of the Opera'yı dinlemek lazım gelir!... :)

Alin Aylin Yagcioglu Konser

Bu da bir önceki yazıda bahsettiğim konserden bir parça.

Maçka'da Bir Konser: Alin Aylin Yagcioglu

Geçtiğimiz hafta perşembe akşamı bir arkadaşımın konserine gittim. İTÜ'nün Maçka kampüsünde verilen konser oldukça güzel geçti diyebilirim. Özellikle klasik müzik, opera türünden müziklerle pek fazla haşır neşir olmayan kulaklar, zihinler için, yani benim için, güzel bir tecrübeydi diyebilirim. Bu alanlarda pek fazla bilgim yoktur, o yüzden ahkam kesemeyeceğim, ama bir dinleyici olarak, dinlemekten zevk aldığım bir konser oldu. Aylin'in performansı da bence çok güzeldi. Şu sırada Youtube'a konser sırasında kaydettiğim bir şarkının videosunu eklemeye çalışıyorum. Eğer ekleyebilirsem, bu yazıdan sonra, bloga onu da eklemeye çalışacağım. Bu sayede siz de dinleyebilirsiniz.

Bu arada İTÜ'nün Maçka kampüsüne de bu zamana kadar hiç gitmemiştim, orayı da bu vesileyle biraz görmüş oldum. Gerçekten güzel bir yere kurulmuş kampüs ve yapıların mimarisi de oldukça hoş.

23 Nisan 2008 Çarşamba

Kısa Bir Gezi: Bebek – Bahçeköy


Bugün öğlene doğru 11 civarında yola çıktım, sahilden giden otobüse bindim. İlk kargo gördüğüm yerde inecektim. Çok uzun sürmedi, Tarabya’da bir kargo gördüm ve otobüsten indim. Kargo işimi hallettikten sonra tekrar otobüse bindim ve Bebek’e doğru yol aldım. Bebek parkına gelince otobüsten indim ve parkın içerisinde bir bankta oturmaya başladım; sonra düşünmeye ve sonra da yazmaya tabii ki. :)


Epey bir zamandır, aralıklarla da olsa, Gramsci’nin “organik entelektüellik” kavramı üzerinde düşünüyordum. Bugün de onun konu hakkında yaptığı bazı tartışmalarından yola çıkarak hem kendimi (eğer ben de bir entelektüelsem), hem de çevremde tanıdığım ve tanımadığım diğer entelektüelleri (arkadaşlarımı, hocalarımı, vs. ) düşünmeye başladım. Verimli geçen bir düşünme ve yazma sürecinin ardından, acıkan karnımı doyurabilmek için bir yer aramaya başladım. Eskiden olsa, “yeni” bir şeyler deneme konusundaki korkumla, çekingenliğimle, muhtemelen kendime en “yakın” hissettiğim bir yerde, hiç “risk” almadan bir şeyler yemek isterdim. Şimdi ise, her yeni deneme, yeni bir tattır, yeni bir tecrübedir, maceradır düşüncesinden hareketle küçük, ama ilginç bir yere girmeye karar verdim. Bir dahaki sefere başka yere de girebilirim ve bu şekilde girdiğim yerlerin gerçek değerini daha iyi idrak edebilirim. Girdiğim yerde bir porsiyon köfte yedim, ki yerin adı da zaten Bebek Köftecisi idi. Küçük bir tabakta 7-8 köfte ile yarım domates ve biraz pilava 6 YTL verdim. Ardından Parka döndüm, biraz oturduktan sonra, sahil boyunca Sarıyer’e doğru yürümeye karar verdim. Bu sayede sahilde yürümeye ve oturmaya değecek bazı yerleri aklıma yerleştirmeye çalışmak istiyordum. İleride kullanabilmek için bilgim, tecrübem olsun istedim kısaca. Parktan sonra sahil yolu güzel, hem yürüme açısından, hem de oturma açısından.


Yürürken biraz ileride karşınıza Fatih Sultan Mehmet köprüsü çıkıyor, sol tarafınıza da Rumeli Hisarı. Eğer vaktiniz varsa, gündüz saat 16:30’a kadar açık olan Rumeli Hisarı’nı ziyaret edebilirsiniz. (Normal ziyaretçi 2 YTL, Öğrenci ücretsiz). Benim vaktim vardı ve saat de daha 3 civarındaydı, o yüzden bu zamana kadar, nedense, hiç girmediğim Hisara bir girmek istedim. Hisara girdikten sonra sol taraftan başlamak daha mantıklı sanırım. Sağ taraftaki kulelerin hepsi tek tırmanmalık, yani oralardaki kulelerin birbirleriyle bağlantıları yok. O yüzden her kuleye tek tek tırmanmak zorunda kalıyorsunuz, eğer “acaba oradan bakınca nasıl görünüyor” diye merak ediyorsanız. Sol taraftaki yapılar arasında ise merdivenle bağlantılar var, o yüzden en alttan başlayıp merdivenle tepeye kadar çıkabiliyorsunuz. Soldan başlayıp, sağda bitirmek en iyisi sanırım.




Ayrıca Hisar içinde bazı kısımlarda oturmak, dinlenmek için banklar da var. Buralarda oturup, boğazı tepeden, çok güzel bir açıdan görüp, bir süre vakit geçirilebilir. Banklar yeşillikler arasında ve ağaçların altında olduğu için gölgelikte kalıyor, o yüzden bu da bir avantaj tabii. Hisarın çeşitli kulelerinde telsizli güvenlik görevlileri var ki, bu da gerçekten önemli ve güzel bir uygulama.




Hisarın, özellikle üst, yüksek kısımları gerçekten çok huzurlu diyebilirim. Sanırım insanın “şeylere” üstten, kuşbakışı bakma zevki bu huzurlu hisleri sağlayan önemli etkenlerden biri. İkinci etken, hem surlardan dolayı, hem de uzaklıktan dolayı olsa gerek, aşağıda akan trafiğin sesinin, gürültüsünün pek duyulmaması olabilir. Dolayısıyla huzurunuz bozan bir trafik gürültüsü duymuyorsunuz. Fakat gemilerin, özellikle büyük olanların gürültüleri ve de arada sırada geçen helikopterlerin, uçakların gürültüleri biraz rahatsız edici oluyor açıkçası. Diğer taraftan ise, bütün bunlarla adeta yarışırcasına, mücadele edercesine yükselen başka bir ses var ki, o da size tatmakta olduğunuz huzuru yeniden hatırlatıyor ve zihniniz yeniden durulmaya, yüz hatlarınız yeniden gevşemeye ve genel anlamda yeniden bir rahatlama hissine kapılmaya başlıyorsunuz. O büyülü sesler de tabii ki etrafınızda şakıyan türlü türlü kuşlardan geliyor.



Ara sıra buraya gelip, kulelere çıkıp, İstanbul’u, biraz da buradan seyretmek gerekiyor bence. Kulelerden birine oturup, dinlenmeniz, tarih içinde, hayal dünyanızda bazı gezintilere çıkmanız iyi olabilir. Benim için gerçekten güzel oldu. :) Tarih içinde ve hayal dünyamda yaptığım bazı gezileri Topkapı Sarayı civarında yapmışımdır, bu sefer de kısmet Rumeli Hisarı’naymış! :) Oturduğunuz yerden, içinde bulunduğunuz mekanın 300-400 yıl önceki dönemlerine gitmeniz, insanda ilginç duyguların/hislerin oluşmasına, ilginç düşüncelerin ortaya çıkmasına vesile oluyor bence.



Hisardan çıktıktan sonra o civarda birçok kafe vs. var. O kafelerden bir tanesinde, Hisar’dan çıktıktan sonra, sıcak-soğuk bir şeyler içilebilir. Eğer karnınız açsa, yemek için de çeşitli yerler var. Benim dikkatimi ise daha ziyade küçük bir yer çekti. Adı, Sade Kahve olan bu yer, bir kafenin üst katında yer alan eski ahşap bir evin içerisinde yer alıyor. Tabelasında yazdığına göre ev yemekleri yapıyorlar. Buradan hareketle vejetaryen bir şeyler de bulabilmek mümkün olabilir sanırım. Başka bir gün gelip, bu yeri keşfetmeye çalışacağım, hem mönülerini, lezzetlerini, konforlarını, servis kalitelerini ve hem de ücretlerini tabii ki! :) Bakalım beğenecek miyim. :)



Yemeği de yedikten sonra ayrılmak için otobüs durağı arayacaksanız, Sarıyer istikametine doğru 10-15 dakikalık bir yürüyüşten sonra, önce Beşiktaş istikameti için bir durak, ardından da Sarıyer istikameti için bir durak bulabilirsiniz.

21 Nisan 2008 Pazartesi

Beşiktaş - Ortaköy Arasında...

Trafikte durduğum, içinde oturduğum otobüsten dışarıya bakıyorum. Etrafımda diğer yolcular, kimileri oturuyor, kimileri ayakta. Pencereden dışarı bakıyorum, yanımda, caddeden diğer araçlar akıp gidiyor, kimi jeeplerle, kimi motosikletlerle. Kulağımda mp3 çalarım; Hello Saferide, "Loneliness is Better When You're Not Alone" çalıyor. Aklıma o geliyor ve sonra onun yanımda oturduğunu hayal etmeye başlıyorum. Kulaklığın birini ona veriyorum, diğerini ben takıyorum. Önce, her zaman yaptığı gibi yan gözlerle bana bakıyor, ardından da başını omzuma yaslayıp, pencereden dışarıya...

9 Nisan 2008 Çarşamba

Ben Ölmüşüm de Haberim Yokmuş!!!

Yıllardır önünden geçiyordum, bugün farkettim, ya da daha doğrusu anlayabildim mi diyelim. Anlayabildim ki, aslında ben ölmüşüm de, haberim yokmuş!


2 Nisan 2008 Çarşamba

Yahudi'ler, Turk'ler, Ozbek'ler & Israil, Filistin, Isvec

Yahudilere, Filistin'lilere olan davranislari noktasinda bircok konuda elestiriler yapilir. Gecenlerde duydugum bir elestiri Tevrat'tan devsirilme bir elestiriydi ve Musluman bir bilimadami tarafindan yapiliyordu. Elestiri mantikli ve ic tutarligi olan bir elestiriydi. Hatirladigim kadariyla Tevrat'ta mealen soyle bir ayet varmis: "Ey Yahudiler! Yabancilara eziyet etmeyin, onlara kotu davranmayin. Hatirlayin ki, siz de bir zamanlar Misir diyarinda yabanciydiniz."

Buradan hareketle, Yahudilerin, Filistin'lilere yaptigi kotu muameleyi elestiriyordu o Musluman bilimadami, Yahudilerin kitaplarindan onlara ornekler vererek.

Burada sahit oldugum bazi olaylar, zihnimde bu duruma benzer bir anlayis olusturdu diyebilirim. Herkesin malumu, Turk'ler, 1960'larda, 1970'lerde ilk olarak Avrupa'nin cesitli ulkelerine isci olarak goc etmeye basladigimizda bircok sorunla karsilasmisti. Bircok haktan mahrum olarak, zorlu islerde calistirilmislardi. Cok uzun calisma saatleri vardi ve kotu sartlar altinda calismislardi. Bu durum ozellikle ilk giden nesiller icin gecerliydi.

Simdi burada gordugum durum da benzer bir durum acikcasi. Ulkelerinden Avrupa'nin cesitli ulkelerine para kazanmak umuduyla goc eden Ozbekler taniyorum. Bazilari benimle ayni evde kaliyorlar. Yaptiklari isleri, calistiklari ortamlari ve kosullari biliyorum. Ne kadar zor sartlar altinda, ne kadar uzun saatler calistiklarini biliyorum. Sigortalarinin nasil dalaverelerle az odendigini biliyorum. Haklarinin nasil verilmedigini, anlatilmadigini biliyorum. Ve bildigim birsey daha var ki, o da beni hayrete dusuruyor. Bu insanlarin isvereni, 1970'lerde Isvec'e calismak icin gelen bir Turk. Vakti zamaninda Isvec'te benzer sikintilari cekmis, yasamis bir insan, ama simdi isveren konumuna geldigi vakit, bir zamanlar kendisinin yasadiklarini, uc-bes kurus daha fazla kazanabilmek ugruna baskalarina ayni sekilde, hatta belki de daha siddetli olarak, yasatmaktan geri kalmiyor. Simdi yukaridaki ayeti hatirlatikdan sonra, insanin durup da bu Turk'lere neler diyesi geliyor neler...

Ama en azindan ayetten yola cikarsak, sunlari diyebilirdik sanirim: "Ey Turk'ler, gocmen iscilere eziyet etmeyin, onlara kotu davranmayin, onlari gunde 14 saat calistirmayin, onlarin haklarini gasp etmeyin, onlarin sigortalarini eksik odemeyin, onlarin izin haklarini verin, onlara zulum etmeyin. Hatirlayin ki, siz de bir zamanlar bu diyarlarda gocmen isciydiniz!"

25 Mart 2008 Salı

Kimdir Halk?

Su anda NTV'de "Neden" programini izliyorum. Ekrem Dumanli programin basindan beri "halk" diye bir analiz birimi kullaniyor ve butun argumanlarini da bu "halk" ve o halkin "algilamalari" uzerinden mesrulastirmaya calisiyor.

Merak ediyorum, kim oluyor bu halk? Her argumani mesrulastirmada istenilen yere cekilebiliyor. Dumanli'nin zihnindeki halk neden boyle tek parca ve hep birlikte dusunuyor? Boyle birseyin olabilmesi mumkun mu? Kanaatimce, Dumanli'nin ifade ettiginin aksine, toplumsal alanla ilgili analizler yaparken belirli sosyo-ekonomik ve ideolojik gruplara mensup sosyal siniflardan bahsedebiliriz diye dusunuyorum. Yoksa, bu tur ayri sosyal siniflarin ustunde, "halk" diye genel, ortak, herkesi icine alan bir analiz birimi yoktur.

16 Mart 2008 Pazar

Charlotte Perrelli - Hero

Bu da Isvec'in bu seneki Eurovizyon temsilcisi. Benim favorim degildi, ama yine de guzel bir parca bence.

Isvec'te Eurovizyon - Finalist 10 Sarki

Iste bunlarda finalde yarisan 10 sarki. Slow, hizli, rap, rock, dans, folk, Ingilizce, Isvecce, vs. nasil bir cesitlilik oldugunu gorebilirsiniz... Sonucta bu cesitliligin arasindan secmesi de halka kalmis, bizdeki gibi TRT'nin ulu, bilge burokratlarina degil!

Isvec'te Eurovizyon

Turkiye'de Eurovizyon'a cok fazla onem verilmez. Yarisma iki donemde tartisilir. 1) Yarismaya katilacak sarki belirlenecegi zaman. 2) Yarismanin yapildigi zaman.

1) Yarismaya katilacak sarkinin belirlenmesi otoriter toplumsal karakterimize, ataerkil aile yapimiza, totaliter siyasi zihniyetimize vs. uygun olarak birkac ulu burokrat bilge tarafindan belirlenir. Kendisine bu kutsal gorev teblig edilen sarkici veya grup katilacaklari sarki uzerinde calismalarina baslarlar ve bir sure sonra da bir parcayla ortaya cikarlar. Sonra tartismalar baslar, yok efendim dili Ingilizceydi, yok efendim soyleydi, yok efendim boyleydi, bilmem neydi... Tartismalar sarkinin diline, sekline, tipine, kalitesine vs. yonelik olur, sarkinin ve sarkicinin nasil belirlendigine yonelik degil. Yani sanki kimin yarismaci olacagini TRT'nin bazi burokratlarinin belirlemesi normaldir de, secilen sanatcinin sarkiyi Ingilizce hazirlamasi anormaldir.

2) Ikinci donemde yapilan tartismalar icin artik cok gectir. Olan olmustur. Yurtdisinda yasayan milyonlarca gurbetcimizin oylarina ragmen, ki bu oylari sarkimiz ne kadar dandik olursa olsun verirler, yine yarismayi kazanamamisizdir.

Isvec'te ise yarismaya daha fazla onem verilir, yarisma hakkinda daha fazla konusulur. Ama mesele daha fazla onem verilmesi, hakkinda daha fazla konusulmasi degil de, sarkinin nasil belirlendigi meselesidir. Secimle, demokratik rekabetle, acik rekabetle, vs.

Dun itibariyla Isvec'te uzun bir surec sona erdi ve Isvec'i Eurovizyon'da temsil edecek sarki belirlendi. Sadece finalde yarisan sanatcilarin sayisi 10 ve Eurovizyon surecine katilan butun sanatcilarin sayisi toplamda yaklasik 30 kadar. Sanirim bu rakamlar belirlenen son sarkinin nasil bir surecten gectigi hakkinda zihinlerde bir resim olusturuyordur. Ama diger taraftan dusununce, ne geregi vardi canim da diyebilirsiniz. TRT'den bir-iki ulu, bilge kisi oturur, iki dakika da belirlerdi kimin katilacagini, bu kadar tantanaya ne gerek vardi!!!

5 Mart 2008 Çarşamba

Fenerbahce Ceyrek Finalde

Atilla abi cagirmis olmasina ragmen, ilk maci izlemeye gitmemistim. Bu sefer ise gitmeye karar verdim. Cafe-bar tarzi bir yere girdik. Oturacak yerler dolu oldugundan, barin kenarinda kendimize ayakta bir yer bulmaya calisiyorduk. Etrafa bakinirken barin sahibi Turk geldi ve yanimiza dikilip, gayet kabaca: "Evet, ne istemistiniz?" seklinde sordu. Bizden hemen bir cevap gelmeyince de, karsimizda durmaya devam ederek ve israrli israrli suratimiza bakarak kendisinden icecek olarak birsey istememizi bekledi. Sonunda bu duruma dayanamayan Atilla abi, birer kahve soyledi.



Sonra mac basladi... Maci izlemeye sadece Turk'ler degil, Araplar da gelmisti. Onlar da tabii ki Fenerbahce'yi destekliyorlardi. Macin ilk 10 dakikasinda iki talihsiz gol yedigimizde, icimizde hissettigimiz hisler cok ilgincti. Yabancilarin biraz alaya kacan gulusmeleri, bizim biraz kizarmaya, bozarmaya baslayisimiz, vs. birbirine karismisti. Derken Sevilla'nin hizi biraz kesildi ve sahneye Deivid cikti. Onun goluyle tekrar umutlandik, fakat o halimiz de cok uzun surmedi. Bu sefer de Kanoute sahneye cikip, farki tekrar ikiye cikardi. Biz tekrar sus-pus olduk. O dakidadan sonra ise oyunun sekli degismeye basladi. Fenerbahce organize bir sekilde oynamaya, pas yapmaya, top cevirmeye ve rakip kaleye dogru ciddi sekilde ilerlemeye basladi. Bu siralarda Sevilla neredeyse oyunda hic yoktu. Devre bitmeden bir-iki onemli atak yakaladi Fenerbahce, ama bunlari degerlendirememisti. Ikinci yariya baslarken umutluyduk, cunku hem Fenerbahce guzel oynuyordu, hem de rakip Sevilla'nin gercekten cok bariz zayif oldugu bir noktasi vardi: Defansi. Kazandigimiz her duran top Sevilla kalesinde bizim icin penalti gibi bir etki yapiyordu. Zaten iki golumuzu de duran toptan bulduk ve duran toplardan da yine cok onemli pozisyonlar kacirdik. Mac 2-3 olduktan sonrasi zaten inanilmaz bir heyecandi. Bir taraftan diken ustundeydik, 5 oyuncumuz sari kartliydi ve rakip oyuncular da her pozisyonda kendilerini yere atiyorlardi. Her an bir oyuncumuz kirmizi kart gorecek diye hop oturup, hop kalkiyorduk. Mac ilerliyor, Fenerbahce guzel oyununu surduruyordu. Artik macin sonlarina dogru, Fenerbahce bir gol daha atmak icin saldirsa mi, yoksa yavaslayip maci uzatmalara goturmeye calisa mi diye dusunuyor, karar veremiyorduk. Sonra uzatmalar ve sonra penalti atislari... Maci izleyenler bilir, gercekten muthis bir heyecan firtinasiydi.

Futbola karsi, ozellikle maganda anlayisli taraftarlar yuzunden, uzunca bir suredir antipati beslemeye devam ediyordum ve hala da eskisi gibi sevdigimi soyleyemem. Fakat dun aksamki Fenerbahce macinda aldigim izleme zevkini, heyecani tatma zevkini, o anlari yasama zevkini kolay kolay unutabilecegimi pek sanmiyorum.

19 Şubat 2008 Salı

Ozgurluk ve Guvenlik

Simdi size Özgürlük ve Güvenlik’ten sordugumda, bana Platon’dan baslayip, Nietzsche’yle veya daha bilumum cafcafli filozoflarla bitirdiginiz, felsefi kavramlarla bezenmis, süslenmis, püslenmis, allanmis, pullanmis kelimelerle bir seyler söyleyeceksiniz. Fakat aslinda gerçekten ne diyeceksiniz, dediklerinizle, gerçekte ne söylemis olacaksiniz? Siz yasadiginizi, teneffüs ettiginizi, hissettiginizi mi, yoksa birilerinin kelimelerini, fantezilerini, hayallerini, ideallerini mi konusacaksiniz? Acaba, kendinizin aslina sahip ol(a)madiginiz seylerden bahsederek, bu sekilde kendinizi mi tatmin etmeye çalisacaksiniz, ya da birilerine caka mi satacaksiniz? Konusmalarinizin, zihinsel üretimlerinizin, fikri altyapinizin içine islemis bu eksiklik hissiyle yasamaya daha ne kadar devam edeceksiniz? Özgürlük hissi eksikligiyle…

Kendi yasadigi sosyal gerçeklik alaninda bu Özgürlügün & Güvenligin tadina varamayanlar, onun eksikligini dahi hissedemeyenler, soyut bir Özgürlük kavrami üzerinde “yabancilarin”, “baskalarinin” yaptigi tartismalardan bahsederek, filozofik görünmeye çalisan atmasyoncular olmaktan öteye gidemiyorlar. Iste Sara’nin, kendisi benim analizlerimde kullandigim gizli bir kahramandir, nihilizmi gerçekten yasiyor olmasiyla ilgili olan nokta budur. Sara, sosyal bilim yapmak istedigi anda, Sara’nin basarili olma sansi vardir, çünkü bilimini yapmaya çalistigi seyi birebir yasiyordur, içinde bulundugu sosyal ortamda, toplumda. Daha da ötesinde, Sara’nin bunun bilimini yapma noktasinda önünde garip engeller yoktur. Sara’nin zihninde de kendisini durduran engeller yoktur. Sara, bir seyi anlamak istiyordur ve onu anlayabilmek için elinden, zihninden, dilinden, aklindan gelenin en iyisini yapmaya çalisir, yapar. Baskalari ise kendilerinin yasayamadiklari seyler üzerinden, baskalarinin hisleri üzerinden, sahte bir hissiyat içerisine girip, o sahteligi anlamaya çalisip, o sahteligin felsefesini yapmaya çalisirlar, güzel ve satafatli sözler söylerler ve sonuçta da felsefe ya da sosyal bilim, her ne ise iste, yapar gibi görünürler.

Yani siz bir adama Özgürlük ve Güvenlik’ten sorduðunuzda, o adam size Platon’dan Nietzsche’den anlatarak Özgürlük’ten ve Güvenlik’ten bahsedebilir. Ama, bunlar ona yabancidir. Kendi söylediklerine, kullandigi kelimelere yabancidir o adam. Çünkü Nietzsche’nin bahsettigi Özgürlük, Nietzsche’nin yasadigi bireysel/toplumsal izdiraplardan üretilmis bir kavramdir, düsüncedir, anlayistir. Onun yasadigi izdiraplari yasamadan, hissetmeden kullanilacak/sarf edilecek Nietzsche’ci Özgürlük kavramlari, baskalarina felsefe ve caka satmaya çalismaktan öteye, ne yazik ki, gitmez.

Benim özgürlügüm ise, bana yakindir, benim ulasabilecegim uzakliktadir. Ben özgürlükten bahsedecegim zaman, Platon’un, Nietzsche’nin, onun, bunun kavramlarini analiz etmek zorunda hissetmem kendimi. Ya da onlar hakkinda konusmakla sinirlandirilmis olarak görmem kendimi. Diger taraftan, o kavramlari analiz edebilirim de, o kavramlar hakkinda konusabilirim de, ama bu konusmalarin ötesinde, özgürlük adina söyleyebilecegim ve bana ait olan, benim olan hislerim, düsüncelerim, fikirlerim vardir. Özgürlük benim yani basimdadir, dibimdedir. Sokaga çiktigimda, yürüdügümde, sagima, soluma baktigimda, neredeyse her yerde görürüm onu. Ben özgürlügün ne oldugunu þu cafcafli filozoflarin anlattiklarindan ögrenmek durumunda degilimdir. Birisi bana sordugunda, ben sahip olmadigim seyin eksikliginden yüksünerek, ona cevap verme hevesi, istegi içerisinde, kendimi baska filozoflarin laflariyla avutmaya çalismak zorunda degilimdir. Ben özgürlüge, bir gün, gelecekte, insallah, masallah, vs. ulasilabilecegi hayaliyle, ümidiyle, temennisiyle, istegiyle, arzusuyla, planiyla, sabriyla beklemek, ve sonuçta da ne yazik ki ömürlerini özgür ol(a)madan yasamak zorunda kalanlar gibi degilimdir. Ben özgürlük hakkinda, ona uzaktan imrenir gibi bakan ve konusurken neredeyse agzinin suyu akan insanlar durumunda da degilimdir. Dedim ya, benim özgürlügüm bana yakin diye, benim özgürlügüm su anda yasadigim bir durumdur diye.
En azindan ben öyle hissediyorum, düsünüyorum, biliyorum.

15 Şubat 2008 Cuma

All Världen's Måt (Butun Dunyanin Yemekleri)

Stockholm'de orta buyuklukte bir markette bile "Dunyadan Yemekler" bolumune rastlayabiliyorsunuz. Iste gecen girdigim bir marketten bazi fotograflar.








11 Şubat 2008 Pazartesi

Stockholm Metrosu


Stockholm Metrosu, resimde de goruldugu uzere, Istanbul metrosuna gore tabii ki epeyce buyuk. Fakat Avrupa'daki diger metrolar gibi buyuk olmasina ragmen hic de karisik degil. Her tarafta o kadar cok isaret, yol gosterici levha vs. var ki, yolunuzu kaybetmeniz icin gercekten buyuk caba sarfetmeniz gerekir.




Resimde oldugu gibi heryerde gelecek trenlerin saatlerini gosteren levhalar mevcut. Burada sirasiyla ilk trenin, ikinci trenin ve ucuncu trenin kac dakika sonra gelecegini gorebiliyorsunuz ve kendinizi ona gore ayarlayabiliyorsunuz. Trenler buyuk olasilikla tam zamaninda gelip, varacaklari yere de tam zamaninda variyorlar, o yuzden dakikalik planlar yapmaniz da mumkun olabiliyor.





Bu da trenin uzerinde yol aldigi yer. Stockholm metrosu genel olarak bilinenin aksine cogunlukla yer altindan degil, yer ustunden gidiyor. Bunu resimde de gorebiliyorsunuz zaten. Yer altina nadiren ve ozel olarak istasyonlarda giriyor.



Bunlar da trenler. Istanbul'daki tramvaylara benziyorlar daha ziyade. Konfor konusunda esdeger denilebilirler.

2 Şubat 2008 Cumartesi

Dunyadan Yemekler...


Gecen gun Skärholmen'de bir markete girdim. Marketin adi: "Prisma". Ismin yaninda da kucuk bir not var: "Måt Från Hela Världen", yani "Butun Dunyadan Yemekler" gibi birsey. Iceriye girdiginizde Tayland'dan, Iran'a, Hindistan'dan, Afrika'ya, Meksika'dan, Japonya'ya, Turkiye'ye dunyanin bir cok yerinden yiyecek bulabiliyorsunuz. Ben de gecen merak ettim ve girip bir bakayim dedim. Hem fiyatlara, hem de cesitlere bakmak istedim. Iceri girdigimde hem urun anlaminda buyuk bir cesitlilik gordum, hem de insanlar anlaminda. Yani marketin adi, butun dunyadan yemekler gibi birsey, fakat iceriye girdiginizde goruyorsunuz ki, yemeklerin yani sira, icerisi de butun dunyadan insanlarla dolu. Iranlisi, Pakistanlisi, Amerikalisi, Afrikalisi, Isveclisi, Turkiyelisi, Iraklisi, Almani, vs. ve daha bircogu... Sanki Birlesmis Milletler gibi. Cogulculuk, cok-kulturluluk, vs. bugunlerde cok moda ve tartisilan kavramlar, ama o kalabaligin, o farkliliklarin icerisinde durup da etrafima bakip kisa bir sure dusununce bazi yerlerin, insanlarin ve tabii ki o insanlarin tasidiklari zihniyetlerin bu tur konularda ne kadar "ileride" olduklarina dair fikirler, dusunceler kafamin icinde saga sola ucusmaya basladi.

Sonra oradan ciktim, metroya bindim ve dusune dusune eve gittim...

16 Ocak 2008 Çarşamba

Stockholm'den...

Burada ulaşımı, Linköping'in aksine, metroyla yapıyoruz. Eee böyük şeher tabii ki! Yaşadığım yer Stockholm'ün suç oranları açısından, göreli olarak, pek tekin sayılmayan bir bölgesi. Yani tabii ki, hergün adam kaçırma, cinayet, tecavüz, hırsızlık vs. gibi olaylar yaşanıyor değil, ama dediğim gibi Stockholm'ün diğer bölgelerine kıyasla, göreli olarak, suç oranları açısından biraz daha heyecanlı, hareketli bir bölge. Bu tür özelliklerinden dolayı yaşadığım yere Stockholm'ün Harlem'i diyorum.

Ana hatlardaki metrolarda genelde güvenlik olmuyor, ya da biletleri kontrol eden birisi, çünkü zaten baştan biletinizi göstererek veya kartınızı makinaya okutarak geçiyorsunuz, ama daha küçük ve ara hatlarda, kendilerine "kaplan" dediğim bilet kontrolcüleri var. Bunlar, sabahtan akşama kadar kafalarına estiği gibi bir trenden inip diğerine geçen ve trene kaçak binenleri yakalamaya çalışan görevliler. Kendilerine neden "kaplan" dediğim meselesine gelecek olursak, bu görevlilerden bazıları, tren durağa yaklaşınca sinsice kendilerini gizliyorlar ve kapılar kapanıp, tren duraktan ayrılmaya başladığında da gizlendikleri yerden çıkıp, avlarının üzerine aniden atlıyorlar. Ayni kaplan gibi yani! :)

Yani dışarıdan bakıldığında trenin içi göründüğünden, bileti olmayan birinin, görevliyi farkettiği takdirde trene binmemeyi tercih etmesi şansı olabiliyor. Fakat artık bunların farkında olan görevliler de tren durağa yaklaşınca, bazen bir yolcu gibi bir koltuğa oturup kendilerini gizleyebiliyorlar, ya da bir kapı kenarında bekleyip, inecek bir yolcuymuş gibi görünebiliyorlar. Bu durumda, dışarıdan pek fazla farkedilemeyebiliyorlar. Onları göremeyip de içeri dalan "beleşçiler" ise, görevlinin saklandığı yerden çıkmasıyla birlikte avlanmış oluyor.

Kaplanlar ve Harlem... Stockholm'e kazandırdığım, şimdilik, iki sosyolojik-psikolojik kavram... :) Artık başım göğe ermek üzere!

Selamlar...