27 Ağustos 2010 Cuma

Daha Dün Annemizin Liginde Oynarken...

Evet, Beşiktaş hariç döndük annemizin ligine. Fenerbahçe, Galatasaray ve Trabzonspor rakiplerine yenilerek kupaya veda etti. Fenerbahçe'nin bu sene Avrupa'ya bu ikinci vedası, onu da hatırlamak lâzım. İçlerinden anlaşılabilir, kabul edilebilir olanı sadece Trabzonspor'un durumu. Sonuçta eksik takımla da gelse rakip Liverpool'du. Trabzonspor yense büyük sürpriz olacaktı; olmadı. Peki ya Galatasaray ve Fenerbahçe? Onlara da ne diyelim; artık boylarının ölçüsünü almışlardır.

Galatasaray, 10 senedir UEFA şampiyonluğunun kaymağını yemeye devam ediyordu; artık yenile yenile kaymak falan kalmadı; hepsi bitti. Artık ismin büyüklüğü vs. beş para etmiyor; bunu elin oğlu acıtarak öğretiyor. Ya Fenerbahçe? Bakın Young Boys, Karpaty veya PAOK... Hepsi bizimkilerden maddi olarak ve kağıt üzerinde de futbolcu kalitesi bakımından zayıf takımlar; ama oyuna bakın, hiç de öyle zayıf olmadıklarını göreceksiniz. Young Boys bizim ligde oynasın, bence şampiyonluğun en büyük adayı olur. İşte artık para, isim, şan, şöhret, falan filan işe yaramıyor; disiplin, ciddiyet, organizasyon, oyun anlayışı, vs. lâzım.

Şimdi döndük annemizin ligine... Burada kendimiz oynayıp, kendimiz seviniriz... Şurası gerçek ki, Türkiye liginin futbol kalitesi yükselmedikçe, ne Türk takımları Avrupa'da başarılı olabilir, ne de Türkiye milli takımı başarılı olabilir. Peki, Türkiye ligi ne durumda? Bence geçtiğimiz senelere nazaran bu sene biraz daha kaliteli olacak gibi görünüyor. Özellikle Anadolu takımları yaptıkları kaliteli transferlerle bu sene ligi daha zorlu bir maratona dönüştürecekler diye düşünüyorum. Artık sözüm ona üç büyüklerin arasında geçen bir şampiyonluk mücadelesinin peşinden koşan bir ligi, güya güzel lig, zevkli lig, süper lig (adı süper sadece), kaliteli lig diye izlemeyeceğiz. Acı da olsa üç büyükler, ya da bir arkadaşın yorumunda çok güzel ifade ettiği gibi üç büyütülmüşler, artık öyle ellerini kollarını sallayarak Türkiye liginde de başarılı olamayacaklarını anlayacaklar; anlamaya da başladılar zaten. Galatasaray ikide sıfırla başladı lige; bu dörtte sıfıra kadar da gidebilir. Önlerinde Eskişehir ve Gaziantep maçları var. Bu maçları merakla bekliyorum.

Maçtan sonra Yunanlı bir gazetecinin sorusuna cevaben "Para her zaman başarıyı getirmiyor" demiş Aykut Kocaman. Biz biliyoruz onu; bu yeni birşey değil, ama Aykut'un başka bir yorumu olayın vehametini ortaya koyuyor. Diyor ki: "Şimdi lig büyük bir önem kazandı. Özellikle ve özellikle Şampiyonlar Ligi bu anlamda çok büyük önem arzu ediyor. Şampiyon olarak Şampiyonlar Ligine gitmek en büyük hedef. Bu anlamda da transferi gerçekleştirmeliyiz."

Evet, Türk takımları Avrupa'da aldıkları bu kötü sonuçlarla önümüzdeki senelerde seribaşı olabilme, eleme turlarında görece daha az güçlü olan - en azından kağıt üzerinde - rakiplerle karşılaşma şanslarını giderek kaybediyorlar. Aykut da bunu gördüğü için şampiyonluğun önemini biliyor çünkü sadece ligi şampiyon olarak bitiren takımın Avrupa'da yeri garanti. Diğerlerinin Avrupa'da gruplara kalabilmesi için zorlu süreçlerden geçmeleri, zorlu rakipleri yenmeleri gerekiyor; gerekecek. İşte bu sene Trabzonspor'un başına gelen de benzer bir durum. Trabzonspor uzun senelerdir Avrupa'da başarılı sonuçlar alamadığı için puanı giderek düştü ve artık Avrupa'da seribaşı olamıyor. Seribaşı olamayınca da işte böyle Liverpool gibi takımlar çıkıyor. Başarılı olamayınca puanınızı yükseltemiyorsunuz. Sonuçta Trabzonspor seneye de UEFA'ya katılsa, büyük ihtimalle yine başarılı olamayacak, çünkü yine seribaşı olamayacak ve güçlü rakiplerle karşılaşacak. Aynı şey diğer takımlarımız için de geçerli tabii. Sonuçta geriye en garanti yol olan şampiyonluk kalıyor. Ama o da sadece bir takımın olacak. İşte o yüzden bu sene Türkiye liginde mücadele çok çetin olacak. Bakalım göreceğiz neler olacak.

24 Ağustos 2010 Salı

Trabzonspor - Fenerbahçe

Evet, bir derbi geride kaldı. Fenerbahçe'nin ilk 11'i epey tartışıldı, bol pozisyonlu, bol gollü bir maç oldu ve maç Trabzonspor'un galibiyetiyle sonuçlandı. Maç hakkında birçok yorum yapıldı, fakat ben de birkaç şey söylemek istiyorum.

1) Fenerbahçe aslında maça Aykut'un düşüncesini iyi uygulayarak başladı denebilir. Yani, hatırlarsınız, Aykut, Trabzonspor'un ayağa pas yapan orta sahasını bozmak için uğraşacaklarını söylemişti. Fenerbahçe ilk 10 dakikada bunu başarıyla yaptı denebilir. Aykut'un "sürpriz" ilk 11'ini de bu yönde değerlendirmek gerekir. Yani orta sahayı görece daha mücadeleci oyunculardan kurmaya çalıştı. Bu açıdan Alex'i yedek bırakması anlaşılabilir. Tek eksik nokta Stoch'un oyuna 11'de başlamamasıydı.

2) Trabzonspor, Fener'in bu bozucu oyununu 10. dakikadan sonra aşmaya başladı ve oyunda az da olsa üstünlük kurmaya başladı. Zaten o sırada ilk gol geldi.

Burada iki teknik direktörün anlayışının mücadele ettiğini görebiliyoruz, yani Şenol Güneş ayağa kısa paslarla oynamayı düşünüyor, Aykut ise bunu bozmak istiyor. Fakat maçı izleyenler biliyorlar ki, oyunun tamamı bu şekilde gitmedi. Kısa bazı bölümlerde iki taraf da bu şablonu takip etti. Fakat eğer oyun kurgusu değişmeseydi ve oyunun tamamında bu taktik üzerinden takımlar mücadele etmeye devam etseydi, bence uzun vadede rakibine üstünlük kurabilen takım Trabzonspor olurdu. Çünkü 10 dakikadan sonra Fenerbahçe'nin rakibi bozabilme kabiliyeti bozulmaya başlamıştı. Aynı şekilde Trabzonspor'un da rakibin bozma çabalarına karşı cevap verme başarıları 10. dakikadan sonra artmaya başlamıştı.

3) Yattara, çok iyi oynamadı, sadece biraz iyi oynadı. Kondisyon olarak güçsüz. Öyle sadece topla birkaç güzel hareket yapmak, bir gol atmak, ama arkaya hiç yardım etmemek, az koşmak günümüz futbolunda yeterli değil. Özellikle Trabzon'un oynamaya çalıştığı oyun anlayışı açısından da Yattara'nın güçsüz versiyonu uygun değil.

4) Teofilo, kondisyon olarak iyi; yani 90 dakika boyunca oyundan düşmüyor, koşuyor ve topun gittiği her yere gitmeye çalışıyor. Zaten maçtan sonra istatistiklere baktığımızda Trabzonspor adına maçın en çok koşan adamının Teofilo olduğunu görüyoruz. (10km civarında koşmuş). Bu açıdan çok büyük sorunu yok bence. Teofilo'nun sorunu fizik olarak güçsüz olması. Bu ne demek? Meselâ ikili mücadelelerde yetersiz; meselâ topla dripling yapıp ilerledikten sonra topa vurmak durumunda kalırsa bu vuruşu cılız oluyor, çünkü topla koştuğu zaman önemli bir enerji harcıyor; sonrasında da topa vuracak gücü kalmıyor. Bir de Teofilo'nun sol ayağı, sağ ayağına nazaran güçsüz; dünkü maçta sol ayakla vuruşları etkisiz kaldı. Bütün bunlara rağmen Teofilo o bildiğimiz fırsatçılığıyla, topu ve pozisyonu iyi takip edişiyle, gol noktasında iyi yer tutmasıyla dün yine de gol atabilirdi, ama olmadı. Yattara'nın pasına kendinden beklenmeyecek şekilde kötü bir vuruş yaptı ve yüzde yüz golü kaçırdı. O golü atmalıydı.

5) Benim en çok üzüldüğüm olay ise Glowacki'nin sakatlanması oldu. Glowacki gerçekten bence süper bir transfer. Biraz ağır, tamam, ama onun dışında takım savunmasına katkısı, savunmayı organize etmesi, yer tutması, pozisyon takibi, vs. bence dört dörtlük. O defanstayken gerçekten takım çok büyük güven veriyor. Sakatlandığı pozisyonda yüzündeki acıdan çok uzun bir süre sahalardan uzak kalacağı izlenimini aldım, ama Allah'tan 2-3 haftayla atlatılabilecek bir sakatlıkmış. Tamam 2-3 hafta da çok, ama ben o hareketten sonra eyvah dedim, gitti Glowacki.

6) Şenol Güneş'in ikinci yarıdaki Umut değişikliği bence de yerindeydi. Şenol Güneş gerçekten oyuna stratejik müdahaleler anlamında kendisini çok geliştirmiş. Boş boş oyuncu değiştirmiyor. Bir değişiklik yaptığı zaman oyuna mutlaka bir müdahele gerçekleştirmiş oluyor.

7) Colman iyi oynadı, ama şu penaltıları artık değiştirmesi lâzım. Ben Colman'ı bildim bileli penaltıyı hep o köşeye atar. Ya biraz da diğer köşeye at. Geçenlerde de bir maçta Colman yine o köşeye atıp, yine penaltıyı kaçırmıştı. Artık birinin Colman'ı uyarması lâzım. Rakip kaleciler de biliyor bunu artık ve o köşeye yatıyorlar. Bir de Alanzinho oynadığı zaman, Şenol Güneş Colman'ı sol kanat olarak oynatıyor. Bu olmuyor; işlemiyor. Colman sol kanatta olduğu zaman Trabzonspor'un sol kanadı işlemez hâle geliyor. Bir kere Colman kanattan ilerlemediği için ve Cale de ileriyle pek fazla çıkmadığı için, Trabzonspor sol kanattan hiç hücum yapamaz hâle geliyor. Bütün yük sağ kanadın üstüne ve ortaya biniyor. Colman'ın sol kanatta oynaması sadece hücumda değil, defansta da Trabzonspor'a sorun yaşatıyor. Colman kanat adamı olmadığı için ortaya geliyor ve sol kanat boş kalıyor. Bu durumda Cale sol tarafta tek başına kalıyor ve rakibi tek başına karşılamak zorunda kalıyor. Özellikle rakibin sağ kanadı iyiyse bu Trabzonspor'un sol kanat savunması açısından sorun oluşturuyor.

Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar. Daha sonra belki tekrar yazarım.


18 Ağustos 2010 Çarşamba

Young Boys Sürpriziymiş!!!

Milliyet'te bugün bir haber var; Young Boys Sürprizi başlığıyla... Sözüm ona Young Boys ilk sürprizi Fenerbahçe'yi eleyerek yapmıştı. Hepimizin malumu... İkinci turda Young Boys bir sürpriz daha yapmış ve ikinci turun ilk maçında kendi sahasında İngilizlerin önemli takımlarından Tottenham Hotspur'u, 3-0 öne geçtiği maçta, daha sonra skoru koruyamayarak 3-2 yenmiş. 3-2 de olsa bu güzel bir skordur. Orası ayrı. Ama bunun sürprizliği meselesi şüpheli...

Fenerbahçe olayından sonra Young Boys hakkında çok yorum yapıldı ve yaşanan olaya herkes sürpriz dedi. Rıdvan da dahil. Bu olay sürpriz falan değildi. Young Boys'la oynana ilk maçı izleyen herkes, eğer baştan önyargılı değilse, adamların nasıl güzel futbol oynadıklarını, nasıl iyi futbolculara sahip olduklarını, nasıl kaliteli bir taktik anlayışına sahip olduklarını - bu taktiğin bazı eksiklikleri olsa da - rahatlıkla görecektir. Dolayısıyla Young Boys'un Fenerbahçe'yi elemesi kesinlikle sürpriz falan değildir. Young Boys, Fenerbahçe'yi hak ederek, süper oynarak, parçalayarak yendi. İlk maçı izleyen bir insan için olabilecek en doğal şey Young Boys'un turu geçmesiydi. Nitekim öyle de oldu.

Young Boys sürpriz falan yapmıyor. Young Boys sadece kendinden bekleneni yapıyor. Tottenham'ı da eleyip Şampiyonlar Ligi'ne katılmaya hak kazanırlarsa yine kendilerinden bekleneni yapmış olacaklar. Bu kadar iyi bir takımın yeri doğal olarak Şampiyonlar Ligi'dir. Başarılar Young Boys.

17 Ağustos 2010 Salı

Teofilo'nun Golleri

Teofilo son iki maçta 5 gol attı. Herkes Teofilo'nun beklenen patlamayı yaptığını yazmaya başladı ve ortalık birden güllük gülistanlık havasına büründü. Ben Teofilo konusunda karamsar değilim, ama Trabzonspor'un gol sorununun artık çözüldüğüne dair bu kadar kesin, net açıklamaları yapmayı henüz uygun bulmuyorum. Gelin Teoflio'nun gollerini biraz analiz edelim.

Bursaspor Maçı:

1) Birinci gol, bildiğiniz gibi, kaleciden dönen topun tamamlanması neticesinde oldu. Bu gol Teofilo'nun takipçiliğini ve fırsatçılığını gösteriyor. Topa vururken de, abanarak, rastgele vurmadı, gayet teknik bir şekilde, kalenin diğer köşesine göndermeye çalıştı. Bütün bunlar bence artı puanlar.

2) İkinci gol, Bursaspor defansının arasına kaçarak attığı gol. Bu pozisyonda ise, ara pasını alışı, dönüşü, kaleye yönelişi, topu sürüşü ve kaleciyle karşı karşıya kaldıktan sonra yine teknik ve nâzik bir şekilde topu kalecinin üzerinden aşırtarak golü yapışını gördük. Bence bu gol başından sonuna kadar kalite doluydu.

3) Üçüncü gol, kornerde, Egemen'in kafa topuna ayak koymasıyla gerçekleşti. Bu da yine Teofilo'nun takipçiliğini, fırsatçılığını ve bir golcü olarak nerede duracağını bildiğini gösteriyor bence.

Ankaragücü Maçı:

1) Birinci gol, Umut'un pasında, boş kaleye kafa golüyle atıldı. Bu gol için fazla söyleyecek birşey yok bence. Yani boş kaleye atılan bir gol. Sadece gol noktasında oraya koşuşu hakkında olumlu birşey söylenebilir belki. Yani eğer Teofilo orada olmasaydı, o pozisyon golle sonuçlanmayabilirdi.

2) İkinci gol de yine kaleciden dönen topu takibi sayesinde oldu. Bu gol, Bursaspor maçındaki birinci gole benzer bir goldü. Benzer yorumlar bu gol için de yapılabilir.

Şimdi golleri tekrar gözümüzde canlandırdık ve yorumladık. Bence bu goller çerçevesinde Teofilo'ya olumsuz şeyler söylemek pek mümkün değil. Bu goller çerçevesinde gördüğümüz şunlar: 1) Teofilo'nun son vuruşları çok teknik ve kaliteli. 2) Bir golcü olarak duracağı yeri biliyor. 3) Bir golcü olarak, pozisyonları iyi takip ediyor ve golü bulabiliyor, yani takipçi ve fırsatçı. 4) Aralara iyi kaçabiliyor.

Bunlara ilâve olarak görebildiğim kadarıyla Teofilo'nun olumlu özellikleri şunlar: Kaleye sırtı dönük olarak oynayabiliyor. Bu şekilde hücuma kalkan takım arkadaşlarına duvar vazifesi görüp, ver-kaç, duvar pası varyasyonlarını yaptırabiliyor. Sırtı dönük topu alıp, kanatlara doğru topu arkadaşlarına kazandırıp, oyunu açabiliyor, oyunun yönünü değiştirebiliyor, hücumu zenginleştiriyor.

Peki, Teofilo'nun bence hâlâ eksik olan yönleri neler? 1) Teofilo eskisine nazaran biraz daha güçlü, ama hâlâ yeterince kuvvetli değil. Çok hafif temaslarda dahi yere düşebiliyor. İkili mücadelelere girebilecek tarzda bir golcü görünümü vermiyor. 2) Çok güçlü olmadığı için topu alıp, uzun mesafe sürüp, gol yapabilecek tarzda bir golcü olduğu izlenimini de vermiyor. Bursaspor maçında attığı ikinci golde topu alıp, sürdü ve gol attı, tamam, ama oradaki mesafe çok kısaydı. 3) Güçlü olmadığı için topu kolay kaptırabiliyor; ileride topu ayağında tutan bir oyuncu değil gibi. 4) Eski takımında kafa ile çok gol atmış, ama şu ana kadar kafa vuruşları çok sert ve etkili değildi.

Evet, şimdilik söyleyebileceklerim bunlar. Yeni sezonda henüz iki maçta izleyebildik. Bütün hünerlerini henüz görmemiş olabiliriz. Zaman Teofilo'nun nasıl bir golcü olduğunu daha iyi gösterecek. Ben Teofilo'dan gerçekten çok ümitliyim. Kendisini fizik ve kondisyon olarak daha da güçlendirebilirse bence çok iyi olacaktır. Bekleyip, göreceğiz.

15 Ağustos 2010 Pazar

Sivasspor - Galatasaray Hakkında

Dünkü maçı izledim; iki takım için de nâçizâne bazı yorumlarım var; onları aktarayım.

1) Sivas, Rıdvan'ın da dediği gibi, sahaya beraberlik için çıkmamış. Tebrikler. Artık kafalardan biz küçük takımız, biz Anadolu takımıyız, bir savunma yapmalıyız, biz beraberliğe oynamalıyız fikirlerinin çıkarılması lâzım. Artık süper ligde her takım her takımı yenebilir. Tamam, parasal olarak kulüpler arasında hâlâ büyük farklılıklar var, ama futbol açısından artık o kadar fark yok. Yapılması gereken kafayı değiştirmek ve her maça çıkıp kazanmak için mücadele etmek. Dün Sivas bunu yaptı; iyi oynadı ve 3 puanı aldı. Umarım Sivas bundan sonra bütün maçlarını kazanmak için oynar. Ve umarım diğer bütün takımlar da bundan sonra maçlarına kazanmak için çıkarlar... Aman biz "büyük takımla" oynuyoruz, savunma yapalım, bir puanı koparalım anlayışından onlar da çıksınlar artık.

2) Sivas'ta benim gördüğüm eksiklik şuydu: Skoru 2-1'e getirdikten sonra Sivas geriye çok yaslandı ve kontraatak futbolu oynamaya çalıştı. Bu süreçte aslında topu daha fazla ayaklarında tutmaya çalışmalı; kontrolü ellerine alıp, oyunu yavaşlatmaya çalışmalılardı. Hee, taktik, teknik ve fiziksel olarak bunu yapmada yetersiz olabilirler; ama bence bunu yapmayı düşünmelilerdi. Böyle yapmayınca ne oldu? Top sürekli Galatasaray'da kaldı; onlar da, aslında hiç iyi oynamamalarına rağmen, topu sürekli rakip sahada tutabildiler.

3) Sivas'ın oyuncu değişiklikleri de bence çok iyi değildi. Maçın 70'inci dakikalarında Ceyhun sekerek oynamaya başlamıştı. Tamam, iyi oyuncu, her an bir ara pası atıp birşeyler yapabilir, ama bence orta sahadaki direnci arttırmak adına, onun çıkması ve orta sahaya dirençli bir oyuncunun alınması gerekiyordu. Mehmet Yıldız'ın da erken çıkması yanlıştı bence. Çünkü o da ileride top tutabilen bir oyuncuydu. Rakip defansı da en fazla yoran adamdı. Onun takımda olması, Sivas defansına nefes aldırıyordu.

4) Galatasaray için söyleyecek fazla şeyim yok aslında. Rıdvan'ın yorumlarına genel olarak katılıyorum. Bu takımdan Arda'yı, Kewel'ı çıkar, takım sıradan bir takıma döner. Bu kadroyla Galatasaray'ın işi zor. İsim olarak, parasal olarak sözde "büyük" olmak da artık maç kazandırmıyor. O yüzden pek umut yok yani... Bakalım, ilerleyen haftalarda göreceğiz.

Yeni Lig, Eski Kafalar

Yeni lig başladı; ama kafalar hâlâ eskide... Geçen sene süper lig, yapılan televizyon ihâlesi sonrasında çok yüksek bir meblağa ulaştı ve takımlara önemli paralar gitmeye başladı. Takımlar kendilerini geliştiriyor, değiştiriyor, ama medya, futbol hakkında yorum yapan kişiler hâlâ değişemedi. Kafaları hâlâ eskinin sistemiyle çalışıyor. Ne demek istiyorum? Dünkü maçlar üzerinden birkaç şey söyleyelim.

1) Artık yorumcular, 3 büyükler, 4 büyükler, 5 büyükler muhabbetini bırakmalı. Süper ligde her takım bir takımdır; bunları baştan kategorilere ayırmak haksızlıktır.

2) Artık yorumcular, Galatasaray, Beşiktaş, Fenerbahçe maçlarından sonra analizlerini yaparken, "Fenerbahçe neden yenildi?", "Galatasaray neden kaybetti?" gibi sorunlar üzerinden gitmemeliler. Ne yani, Fenerbahçe'nin yenilmesinde bir anormallik mi var? "Sivasspor neden kazandı?" diye bir soru neden sorulmuyor?

3) Maçı anlatan kişiler bambaşka bir âlem zaten... Maç boyunca sözde "büyük takımın" yorumcusu gibi konuşmaktan başka birşey yapmıyorlar. Yok, işte kazanmak için Galatasaray'ın şunu yapması lâzım, Galatasaray neden gol yedi, falan filan... Kardeşim, sizde nasıl bir kafa var ya? Oyunu oynayan Sivasspor, sahada gezinen Galatasaray; Sivasspor'un o maçı kazanmasından daha doğal bir şey olabilir mi? Ee Sivasspor'u konuşmak varken, kalkmış ne Galatasaray'ın neden kaybettiğini konuşuyorsunuz?

4) "Sivasspor haklı bir galibiyet aldı" muhabbeti... Bu da şey demek gibi... Aslında Sivasspor'un kazanmaması gerekiyordu; eh işte, garipler oynadılar, iyi de mücadele ettiler; hadi kazansınlar bari...

5) Futbolcuların da kafalarının değişmesi lâzım... Hâlâ hâkeme itiraz, itiraz, itiraz... Bir de herkes kendisini hâkemlerin yanında Allah falan zannediyor. Yani o kadar. Hâkem faul veriyor; Arda bütün sinirleri gerilmiş suratıyla hâkemin yanına kadar can hıraş koşuyor ve bağırmaya başlıyor... "Ulaaannn bu faaauulll deeğğiilll!!!!!" Elinde olsa, çekip vuracak adamı yani... Rijkard taa kulübeden kalkıp geliyor; beraberinde yedeklerle birlikte. Ulan Gökhan Zan sana ne oluyor? Sen adam olsan, adam gibi kendine bakarsın, takımda oynarsın. He, hem kendine bakma, sürekli sakatlan, hem de taraftara oyna; işte bakın ben takım için nasıl savaşıyorum; yedek kulübesinde otursam da nasıl takım için çırpınıyorum falan havaları vermeye çalış. Ben olsam o hâkemin yerinde Galatasaray'dan birkaç kişiye kırmızı kartları çakardım. Artık bu sözde "büyük" takımların oyuncularının, yöneticilerinin, teknik adamlarının AKILLANMASI gerek. Bunların hepsinin ADAM EDİLMESİ gerek. Yok öyle mahalle kabadayılığı artık. Kafalarınızı değiştirin. Bakalım, bekleyip göreceğiz, bu Rijkard'a, yedek oyunculara vs. bir ceza gelecek mi...