30 Eylül 2010 Perşembe

Maç Spikerleri Tarafsız Olmalı

Ali Eyüboğlu'nun Mayıs ayında yazmış olduğu bir yazı vardı. Yazıyı ilk okuduğumda beğenmiştim. Aradan geçen zamanın ardından yazı geçen gün bir kez daha karşıma çıktı. Bu sefer bu yazıyı buradan da paylaşmak istedim. Yazı, benim de rahatsızlık duyduğum konulardan birinden bahsediyor.

Maç Spikerleri Tarafsız Olmalı

Fenerbahçe ile Trabzonspor arasındaki son lig maçının son dakikaları ve sonrasında birçok bomba olay olunca, iş kaynayıp gitti. Ancak bir Trabzonspor taraftarı olarak Lig TV’den maçı anlatan spikerlerden birinin canlı yayında sarf ettiği bir söz kanıma dokunduğu için bu konuya dikkat çekmek istedim. Gerçi Lig TV’de maç anlatanlar sadece Trabzonspor’a karşı yapmıyorlar bunu... Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’la Anadolu kulüplerinin maçı olduğu zaman bunu anlatırken pozitif ayrımcılık yapıyorlar.

Varsayalım Fenerbahçe, Trabzonspor ya da Antalya ile oynuyor. Fenerbahçe gol attığı zaman, “Goooolll... Alex attı... Alex attı” diye bas bas bağırıyorlar. Fenerbahçe gol yediği zaman sadece “Gol oldu” demekle yetiniyorlar. Sanırsınız Fenerbahçe, yabancı bir takımla oynuyor... Bu konuyu açmamın sebebine gelince: Fenerbahçe Trabzonspor karşılaşmasının son dakikaları... FB yüklendikçe yükleniyor, ama bir türlü galibiyeti, hatta şampiyonluğu getirecek golü bulamıyor. Fenerbahçeli futbolculardan biri Trabzonspor’un ceza sahasına bir orta yapıyor, ama orada hiçbir Fenerli yok... Spiker bağırıyor, “Yok mu o topa vuracak biri?”

Sana ne? Fenerbahçe Trabzonspor maçı 1-1 değil de, 2 -1 bitse ve Bursaspor değil de Fenerbahçe şampiyon olsa spor spikeri olarak ne geçecek eline? Maç anlatanlar takım tutamaz mı? Tabii ki tutar, ama bu taraftarlığını anlattıkları maça yansıtmaya hakları yok. Anlattığın maçın takımlarından biri Türk, öteki “gavur takımı” değil ki! O takımda ter dökenler de bu ülkenin çocukları... Hatırlarsanız Türkiye bir dönem, amigo gibi maç anlatan spikerleri de gördü. O zamanki yayıncı kuruluş, baktı ki spikerler amigoları da geçti, bu uygulamaya son verdi. “Gizli fanatiklik” yapacağına, ekrandan sözlü ve yazılı olarak maçını anlattığın takımlardan hangisini tuttuğunu açıkla, biz de bilelim ve ona göre izleyelim.

29 Eylül 2010 Çarşamba

Trabzonspor Analizi 3 - Oyun Stili Meselesi

Trabzonspor'un genel sorunlarından birisi de sezon başında daha yoğun ve ciddi olarak oynadığı paslaşmalı, kısa paslı oyun anlayışını geride bıraktığımız haftalarda pek oynamaması ya da oynayamaması.

Gerideki bir-iki haftaya baktığımız zaman Trabzonspor'un aceleci bir oyun anlayışı içerisinde olduğunu görüyoruz. Sezon başındaki o ayağa top yapan, sakin, sürekli top çeviren, kısa paslarla rakibi geçmeye çalışan ve karşı kaleye yavaş ama emin adımlarla giden Trabzonspor gitti ve yerini karşı kaleye gitmek için bir an önce birşeyler yapmaya çalışan aceleci ve sabırsız bir takım aldı.

Kısa paslı oyun anlayışının başarılı olabilmesi birçok faktöre bağlı olabilir, ama bence en önemli faktörlerden birisi, bu oyunun sabırlı bir şekilde ve bir devamlılık içerisinde oynanmasıdır. Bu oyunun meyvesi, bence, ancak uzun vadeli, sabırlı ve devamlı bir şekilde oynandığı zaman alınabilir. Bu oyun tarzını dünyada en iyi oynayan İspanya milli takımına baktığımız zaman bu durumu görebiliyoruz. Dünya kupasında İspanya gollerinin çoğunu maçların 70. dakikasından sonra buldu. Bu şunu gösteriyor: Bu oyun tarzıyla oynadığınız takdirde acele etmeyeceksiniz, topu dolaştırmaya, kısa paslarla pozisyonları geliştirmeye çalışacaksınız. Topu dolaştırmakla kastettiğim tabii ki topu sürekli kendi yarı alanında dolaştırmak değil, topu rakip kaleye doğru dolaştırmak. Burada rakip kaleye sürekli hücum etmek anlayışıyla da dolaştırılmayabilir top, ama bu top dolaştırmanın en önemli sonucu şu oluyor: Rakip takım sürekli tehditkar bir oyunun altında ezilmeye başlıyor, topu kontrolüne alamıyor, siz istediğiniz zaman kendi yarı alanınızda, istediğiniz zaman da rakip kaleye doğru topu dolaştırıyorsunuz. Rakip, sürekli bir tedirginlik ve dikkat halinde oynadığı ve sürekli topu takip etmeye çalışıp, topun peşinden koştuğu için maçın ilerleyen vakitlerinde artık giderek oyundan düşmeye başlıyor.

Bizim Dünya Kupası elemelerinde İspanya ile oynadığımız maçları hatırlayın. Bizi topun peşinden nasıl da koşturup, maçı 1-0 kazanmışlardı. Aslında o maçta İspanya 1-0'dan sonra bize gol atmayı pek düşünmüyordu. Ama ne yaptılar? Topu sürekli kendi ayaklarında tuttular, topu çevirdiler; ama sürekli gereksiz yere çevirmediler. Bazen kalemize doğru da yönelerek bizi tedirgin etmeye devam ettiler. Takımımız da bu hal içerisinde kendi yarı alanından çıkamadı ve orada mücadele etmeye ve topun peşinden koşmaya devam etti. Bunun neticesi olarak da maçın 70. dakikasından itibaren oyundan düşmeye başladı. Aynı durum Dünya Kupasında İspanya'nın rakipleri olan takımların başına da geldi. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, İspanya kupadaki gollerinin çoğunu rakibini yorduktan sonra, yani 70. dakikadan sonra attı. Burada rakip sadece fiziksel olarak da yorulmuyor. Rakip konsantrasyon açısından da yoruluyor ve oyundan düşmeye başlıyor. Bunu takiben de artık savunmada hatalar yapılmaya başlanıyor. Diğer taraftan pas yapan takım ise fiziksel olarak aslında o kadar yorulmuyor ve konsantrasyonunu üst düzeyde tutuyor. Rakip hata yapmaya başlayınca da bunu affetmiyor.

Peki, Trabzonspor bu oyunu sezon başında oynayabiliyorken, şimdi ne oldu da oynayamıyor? Bunun çeşitli nedenleri olabilir:

1) Alınan kötü sonuçlar takımda stres oluşturmuş olabilir ve buna bağlı olarak takım bir an önce skor avantajını yakalayabilmek için aceleci oynamaya başlamış olabilir.

2) Kadro kurgusunun değişmesinin de bunda bir etkisi var bence. Şöyle ki, Trabzonspor sezona başladığı zaman üçlü bir orta saha anlayışı ile oynuyordu. Yani ortada Selçuk, Colman ve Ceyhun oynuyordu. Bu üçlü oynadığı zaman orta saha kontrolü daha çok Trabzonspor'un elinde olabiliyordu ve ayrıca takımın paslı oynayabilme kapasitesi de artıyordu. Bence Trabzonspor'un Beşiktaş maçıyla birlikte bu üçlü orta saha anlayışına geri dönmesi gerekiyor. Buna ilâveten iki kanat oyuncusunu da oynatması gerekiyor. Yani bu şekilde takım sahaya 4-5-1 formatında çıkıyormuş gibi oluyor. Ben olsam kadroyu şöyle kurardım.

Onur

Serkan - Glowacki - Egemen - Cale

Yattara - Selçuk - Colman - Ceyhun - Engin

Teofilo

Oyunun gidişatına göre oyuna Alanzinho, Jaja veya Umut alınabilir. Gerekirse 4-4-2'ye dönülebilir. Orta sahada Selçuk, Ceyhun ve Colman üçlüsü de oyunun durumuna göre değiştirilebilir ve yerlerine Barış Ataş veya Sezer Badur alınabilir.

28 Eylül 2010 Salı

Trabzonspor Analizi 2 - Kanatları Kullanmamak Meselesi

Geçtiğimiz yazıda, Trabzonspor'un mevcut oyun anlayışında kanatların pek sağlıklı bir şekilde kullanılmadığını ifade ettik ve kanatların ne tür taktiklerle daha aktif ve verimli hale getirilebileceğinden bahsettik. Şimdi bu yazıda, kanatları aktif ve verimli bir şekilde kullanamamanın Trabzonspor'un oyununu genel olarak nasıl olumsuz etkilediği konusundaki düşüncelerimi açıklamaya çalışacağım.

1) Top kanatlara açılmayınca, oyun sahanın ortasına sıkışmaya başlıyor. Özellikle kapalı oynayan ve defans yapan rakiplerle oynandığı zaman bu sorun daha ciddi bir hal alıyor. Trabzonspor'un oyunu kanatlara açmayan taktik anlayışı kapalı oynayan rakiplerin bir nevi ekmeğine yağ sürüyor. Bu nasıl oluyor?

a) Top kanatlara açılmadığı için, oyunun oynandığı alan da genişlemiyor ve böylece rakip takım daha dar bir alanda savunma yapabilir hale geliyor.

b) Yine top kanatlara açılmadığı için, rakip savunma oyuncuları kenarlara gitmek zorunda kalmıyorlar ve bu da rakip açısından, savunmanın düzeninin sağlam bir şekilde devam ettirilebilmesini sağlıyor.

2) Bu anlayışın Trabzonspor'un oyununa yaptığı ikinci olumsuz etki şöyle: Oyun dar bir alanda oynanınca Alanzinho gibi oyuncular oynayacak alan bulmakta zorlanmaya başlıyorlar. Her ne kadar Alanzinho'nun adam geçebilme ve çabukluk gibi özellikleri olsa da, oyun dar alanda çok sıkışmaya başlayınca ve geçilmesi gereken rakip sayısı artınca, Alanzinho'nun yetenekleri de kullanılamaz hale geliyor.

3) Bu anlayışın Trabzonspor'un oyununa yaptığı üçüncü olumsuz etki ise şöyle: Aslında kanatlardan oynamak Teofilo'ya da yardımcı olabilir, zira Teofilo hava hakimiyeti olan ve kafayla da gol atabilen bir oyuncu. Şu andaki oyunuyla Trabzon'da Teofilo'nun pek kenar ortası aldığını söyleyemeyiz. Kenarlardan oynandığı taktirde, cezasahasına daha fazla orta gelecektir ve Teofilo'nun da bunları gole çevirebilme ihtimali artacaktır.

Trabzonspor Analizi 1 - Kanatları Kullanmamak Meselesi

Trabzonspor'un son haftalardaki oyununda çeşitli sorunlar var. Bu hafta yazacağım birkaç yazıda, görebildiğim kadarıyla, bu sorunlardan bahsedeceğim. Bu yazım çerçevesinde ise özel olarak Kayserispor maçına ve Trabzonspor'un kanat oyunu sorununa yoğunlaşacağım.

1) Trabzonspor'un sorunlarından bir tanesi kanat organizasyonlarının çok zayıf olması olarak ifade edilebilir. Peki, bu ne demek? Bunun ne demek olduğunu anlayabilmek için Trabzonspor'un mevcut oyun sisteminde kanatların nasıl işlediğine bir bakmamız gerek.

a) Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, sezon başından bu yana Trabzonspor'da genel olarak kanatlar, özelde de sol kanat pek işlemiyordu. Sol kanadın neden işlemediğine dair ayrıntılı bir analizi geçtiğimiz haftalarda yapmıştık. Kısaca tekrarlamak gerekirse şunları söyleyebiliriz. Birincisi sol bek Cale ileriye çok az çıkıyor. İkincisi ise sezon başından bu yana bazı maçlarda sol kanatta oynayan Colman bir kanat oyuncusu değil. Daha ayrıntılı bir analiz için önceki yazımıza bakabilirsiniz. (Bkz.: Trabzonspor - Fenerbahçe Maçı analizi, 7. madde)

b) Kayserispor maçında ise sol kanata Engin geldi, ama o da bu maçın sadece başında kısa bir süre bu bölgede görev yaptı. Daha sonra taktik icabı olsa gerek, Şenol Güneş Engin'i orta alana çekti.

c) Peki, sağ kanatta durum nasıl işliyor? Sağ kanatta Burak oynadığı zaman, Colman'ın sol kanatta oynadığı zaman görülen sorunlu duruma benzer bir durum ortaya çıkıyor. Burak sürekli içeriye giriyor; bir kanat oyuncusu gibi, yani taç çizgisine yakın oynamıyor ve daha da önemlisi çizgiye inip orta yapmayı pek düşünmüyor. Ama yine de Colman'la karşılaştırıldığında, Burak'ın görev bölgesine daha sadık bir oyuncu olduğunu söyleyebiliriz.

d) Sağ kanatta Yattara oynadığı zaman ise oyun şöyle gelişiyor: Orta alanda bir oyuncu sağ kanattaki Yattara'ya topu aktarıyor. Bundan sonra bütün takım, adeta tribündeki seyirciler gibi Yattara'yı izlemeye başlıyor. Beklenen şu ki, Yattara kanatta topu alacak, rakiplerini tek tek geçecek (ki genelde karşısında rakip takımdan iki oyuncu bulunuyor) ve daha sonra sağdan çizgiye inip orta yapacak. Böyle bir kanat oyunu anlayışı olamaz tabii ki ve sonuçta da denendiği zaman pek verim vermediğini şu ana kadar oynanan maçlarda gördük.

2) Peki, kanat organizasyonlarında neler yapılabilir?

a) Bunun için tabii ki öncelikle takıma antrenmanlarda kanat organizasyonları çalışmaları yaptırılmalı. Peki, neler yapılabilir? İlk olarak, kanatlarda üçgenler oluşturularak organizasyonlar yapılabilir. Küçük ve büyük üçgenler oluşturularak kanatta topu alan oyuncunun rakibin arkasına sarkabilmesine, adam geçebilmesine ve kanatta açık alan bulup, çizgiye inebilmesine imkân sağlanabilir. Bu hafta Kasımpaşa - Fenerbahçe maçında Kasımpaşa'nın kanatları üçgenler oluşturarak nasıl etkili ve verimli bir şekilde kullandığını maçı izleyenler görmüşlerdir.

b) Orta alanda kanat bölgesine pas yaparken, defansın arkasına uzun, aşırtma pas atılabilir ve arkaya kanat oyuncusunun kaçması sağlanabilir.

c) Beklerin bindirmeleriyle birlikte pozisyon bulmaya çalışılabilir. Bu noktada Serkan bazen etkili olsa da, bence yeterli değil. Cale ise neredeyse hiç çıkmıyor. Beklerin çıkması rakip sahada sayıca üstünlüğü elinize geçirmenize yardımcı olabildiği gibi, kanatlarda değişik taktiksel oyunlar yapabilmenize de yardımcı oluyor. Bu konuda Türkiye Liginden Gökhan Gönül örneğini herkes biliyordur sanırım.

d) Bunların dışında da kanattan atak yapabilmenin değişik teknikleri aranabilir; ama bunları akımın teknik direktörü olarak Şenol Güneş'in bilmesi, bulması gerekir. Eğer bilmiyorsa, bunları araştırıp, inceleyip, öğrenmesi gerekir.

Daha önceden yazmıştım, ama son olarak bunu tekrar ifade etmeden edemeyeceğim. Kaliteli bir kanat oyuncusu olarak Gabriç'in bu sene kiralanması bence büyük bir hataydı. Gabriç gerek sol kanatta, gerekse sağ kanatta oynadığı maçlarda gayet başarılı bir performans gösteriyordu. Özellikle sol kanatta Cale ile birlikte daha iyi anlaşabildiğini düşünüyordum ben. Golcülük özelliği, uzaktan şut atabilme yetenekleri de olan böyle bir kanat oyuncusunu kiralık verdiği için Trabzonspor'un bu sene çok pişman olacağını düşünüyorum. Ben olsam, eğer imkân varsa tabii, devre arasında Gabriç'i geri alırdım.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Kazanan Takımı Bozmamak Meselesi

Kazanan takımı bozmamak, ya da ideal kadro meselesiyle ilgili olarak daha önceden bir yazı yazmıştım. O yazı da Trabzonspor hakkındaydı ve bu ideal kadro meselesini eleştirmiştim. O yazıda öne sürdüğüm eleştirileri ve fikirleri burada şimdi tekrarlamayacağım. Sadece şunu söyleyeceğim ki, sonunda Şenol Güneş de yaptığı hatanın farkına vardı.

Fanatik'te yayınlanan habere göre Şenol Güneş Manisaspor karşılaşmasında alınan 3-1'lik yenilgilden sonra şunları söylemiş: "Demek ki kazanan takımı bazen değiştirmek gerekebiliyor." "Sahada birçok hata yaptık. Kazanan takım bozulmaz mantığı ile hareket ettim. Ama 5-6 oyuncu değişseydik skor böyle olmayabilirdi."

Evet, sayın Güneş, hatalardan ders çıkarmak önemlidir. Hatanın neresinden dönülürse kârdır. Takım kurmak işi çok değişkenli bir denklem gibidir. Bir hafta sonrasının takımını kurarken, sadece geçen hafta kazanmış olmasına bakılamaz. Konuyla ilgili olarak daha detaylı analizi isteyenler daha önce yazdığım yazıda bulabilirler.

Yazı için buraya tıklayınız.

14 Eylül 2010 Salı

Gaziantepspor Neden Yenildi?

Çok iyi oynadığı maçta Gaziantepspor, Galatasaray'a neden yenildi? Anormal olan budur... Normal olan Galatasaray'ın kazanması değildi çünkü... O zaman biraz daha yakından bakalım ve sesli olarak düşünelim... Gaziantep neden yenildi.

1) Gaziantep takım oyununu iyi oynadı, ayağa paslarla iyi organize oldu, iyi mücadele etti, ama hücum organizasyonlarında ve özellikle son vuruşlarda başarılı olamadı. Bu durumda sorun iki yerde aranabilir.

a) Hücum oyuncularının son vuruş eksikliğinde. Bu maçta hücum oyuncusu olarak Beto görev aldı. Beto aslında gayet kaliteli bir oyuncudur; ama nedense bu maçta yakaladığı bir-iki pozisyonda başarısız vuruşlar yaptı.

b) Hücum organizasyonlarının kalitesizliğinde. Tolunay Kafkas için genel olarak yapılan bir yorum var. Tolunay'ın takımları hücum olarak genelde etkisizdirler derler. Kayserispor'dayken de durum böyleydi ve şimdi sezonun ilk maçının ardından baktığımızda Gaziantepsor'da da durum böyle. Gaziantep gol atamıyor. Bu da bence hücum organizasyonlarının etkisizliğinden kaynaklanıyor. Yani takım hücuma kalktığında kafasında bir organizasyon, bir taktik yok. Tamam, oyuncular kaliteli, mücadele üst düzeyde, ama hücumda topu son noktaya getirecek ve orada son vuruş yapacak organizasyonu takım pek çalışmıyor sanırım. Tolunay'ın bu hücum meselesine daha yakından değinmesi lâzım.

2) İkinci olarak Gaziantep'te orta sahada iyi bir organizatör eksikliği hissediliyor gibi. Yani takım atağa kalkarken vereceği paslarla oyunun yönünü şekillendirecek, belirleyecek bir oyuncu yok gibi. Bu pozisyonda Julio Cesar oynuyor gibi görünüyor, ama bence Julio Cesar oyun kurucudan ziyade forvet arkası oynayabilen bir oyuncu.

Benim söyleyebileceğim nedenler bunlar. Fakat bunların dışında yeni transferlerden İsmael Sosa hakkında da bir-iki şey söylemek istiyorum. Ben Gaziantep'in bu sene bir maçını daha seyretmiştim. Özel olarak Sosa'ya dikkat ettim. Bende bazı soru işaretleri oluştu; bunları sizlerle de paylaşayım. İlk olarak Sosa topu genelde orta sahaya yakın alıyor. Bu Tolunay'ın oyun anlayışından kaynaklanıyor olabilir, o zaman ona birşey diyemem; ama eğer Sosa kendi oyun stili nedeniyle böyle davranıyorsa, o zaman Sosa'dan bu sene çok gol gelmeyebilir. Sosa topu çok gerilere gelip aldığı için, gol bölgesine pek yakın oynamıyor. İkincisi, Sosa daha ziyade yüzü kaleye dönük oynayan bir oyuncu görünümünde. Yani orta sahaya yakın bir yerde topu alıp, rakibin üzerine doğru, kaleye dikine gitmeyi seven bir oyuncu gibi. Bu açıdan iyi, ama eğer oyun stili buysa, o zaman Gaziantep Sosa'yı tek forvet olarak oynatamayabilir.

Tolunay Hoca, Gaziantep'in ligin ilerleyen haftalarında ligi forse eden bir takım haline geleceğini; bunun için ümitvar olduğunu söyledi. Gaziantep'in oynadığı oyuna baktığımızda ben de gelecek için ümitvarım. Bence Gaziantep gol sorununu çözmeye başladığı takdirde Tolunay hocanın dediği gibi bir takım haline gelebilecektir. Bu da ligimize yeni bir renk daha katılacak demektir. Ben bu Gaziantep'i sabırsızlıkla bekliyorum.

27 Ağustos 2010 Cuma

Daha Dün Annemizin Liginde Oynarken...

Evet, Beşiktaş hariç döndük annemizin ligine. Fenerbahçe, Galatasaray ve Trabzonspor rakiplerine yenilerek kupaya veda etti. Fenerbahçe'nin bu sene Avrupa'ya bu ikinci vedası, onu da hatırlamak lâzım. İçlerinden anlaşılabilir, kabul edilebilir olanı sadece Trabzonspor'un durumu. Sonuçta eksik takımla da gelse rakip Liverpool'du. Trabzonspor yense büyük sürpriz olacaktı; olmadı. Peki ya Galatasaray ve Fenerbahçe? Onlara da ne diyelim; artık boylarının ölçüsünü almışlardır.

Galatasaray, 10 senedir UEFA şampiyonluğunun kaymağını yemeye devam ediyordu; artık yenile yenile kaymak falan kalmadı; hepsi bitti. Artık ismin büyüklüğü vs. beş para etmiyor; bunu elin oğlu acıtarak öğretiyor. Ya Fenerbahçe? Bakın Young Boys, Karpaty veya PAOK... Hepsi bizimkilerden maddi olarak ve kağıt üzerinde de futbolcu kalitesi bakımından zayıf takımlar; ama oyuna bakın, hiç de öyle zayıf olmadıklarını göreceksiniz. Young Boys bizim ligde oynasın, bence şampiyonluğun en büyük adayı olur. İşte artık para, isim, şan, şöhret, falan filan işe yaramıyor; disiplin, ciddiyet, organizasyon, oyun anlayışı, vs. lâzım.

Şimdi döndük annemizin ligine... Burada kendimiz oynayıp, kendimiz seviniriz... Şurası gerçek ki, Türkiye liginin futbol kalitesi yükselmedikçe, ne Türk takımları Avrupa'da başarılı olabilir, ne de Türkiye milli takımı başarılı olabilir. Peki, Türkiye ligi ne durumda? Bence geçtiğimiz senelere nazaran bu sene biraz daha kaliteli olacak gibi görünüyor. Özellikle Anadolu takımları yaptıkları kaliteli transferlerle bu sene ligi daha zorlu bir maratona dönüştürecekler diye düşünüyorum. Artık sözüm ona üç büyüklerin arasında geçen bir şampiyonluk mücadelesinin peşinden koşan bir ligi, güya güzel lig, zevkli lig, süper lig (adı süper sadece), kaliteli lig diye izlemeyeceğiz. Acı da olsa üç büyükler, ya da bir arkadaşın yorumunda çok güzel ifade ettiği gibi üç büyütülmüşler, artık öyle ellerini kollarını sallayarak Türkiye liginde de başarılı olamayacaklarını anlayacaklar; anlamaya da başladılar zaten. Galatasaray ikide sıfırla başladı lige; bu dörtte sıfıra kadar da gidebilir. Önlerinde Eskişehir ve Gaziantep maçları var. Bu maçları merakla bekliyorum.

Maçtan sonra Yunanlı bir gazetecinin sorusuna cevaben "Para her zaman başarıyı getirmiyor" demiş Aykut Kocaman. Biz biliyoruz onu; bu yeni birşey değil, ama Aykut'un başka bir yorumu olayın vehametini ortaya koyuyor. Diyor ki: "Şimdi lig büyük bir önem kazandı. Özellikle ve özellikle Şampiyonlar Ligi bu anlamda çok büyük önem arzu ediyor. Şampiyon olarak Şampiyonlar Ligine gitmek en büyük hedef. Bu anlamda da transferi gerçekleştirmeliyiz."

Evet, Türk takımları Avrupa'da aldıkları bu kötü sonuçlarla önümüzdeki senelerde seribaşı olabilme, eleme turlarında görece daha az güçlü olan - en azından kağıt üzerinde - rakiplerle karşılaşma şanslarını giderek kaybediyorlar. Aykut da bunu gördüğü için şampiyonluğun önemini biliyor çünkü sadece ligi şampiyon olarak bitiren takımın Avrupa'da yeri garanti. Diğerlerinin Avrupa'da gruplara kalabilmesi için zorlu süreçlerden geçmeleri, zorlu rakipleri yenmeleri gerekiyor; gerekecek. İşte bu sene Trabzonspor'un başına gelen de benzer bir durum. Trabzonspor uzun senelerdir Avrupa'da başarılı sonuçlar alamadığı için puanı giderek düştü ve artık Avrupa'da seribaşı olamıyor. Seribaşı olamayınca da işte böyle Liverpool gibi takımlar çıkıyor. Başarılı olamayınca puanınızı yükseltemiyorsunuz. Sonuçta Trabzonspor seneye de UEFA'ya katılsa, büyük ihtimalle yine başarılı olamayacak, çünkü yine seribaşı olamayacak ve güçlü rakiplerle karşılaşacak. Aynı şey diğer takımlarımız için de geçerli tabii. Sonuçta geriye en garanti yol olan şampiyonluk kalıyor. Ama o da sadece bir takımın olacak. İşte o yüzden bu sene Türkiye liginde mücadele çok çetin olacak. Bakalım göreceğiz neler olacak.

24 Ağustos 2010 Salı

Trabzonspor - Fenerbahçe

Evet, bir derbi geride kaldı. Fenerbahçe'nin ilk 11'i epey tartışıldı, bol pozisyonlu, bol gollü bir maç oldu ve maç Trabzonspor'un galibiyetiyle sonuçlandı. Maç hakkında birçok yorum yapıldı, fakat ben de birkaç şey söylemek istiyorum.

1) Fenerbahçe aslında maça Aykut'un düşüncesini iyi uygulayarak başladı denebilir. Yani, hatırlarsınız, Aykut, Trabzonspor'un ayağa pas yapan orta sahasını bozmak için uğraşacaklarını söylemişti. Fenerbahçe ilk 10 dakikada bunu başarıyla yaptı denebilir. Aykut'un "sürpriz" ilk 11'ini de bu yönde değerlendirmek gerekir. Yani orta sahayı görece daha mücadeleci oyunculardan kurmaya çalıştı. Bu açıdan Alex'i yedek bırakması anlaşılabilir. Tek eksik nokta Stoch'un oyuna 11'de başlamamasıydı.

2) Trabzonspor, Fener'in bu bozucu oyununu 10. dakikadan sonra aşmaya başladı ve oyunda az da olsa üstünlük kurmaya başladı. Zaten o sırada ilk gol geldi.

Burada iki teknik direktörün anlayışının mücadele ettiğini görebiliyoruz, yani Şenol Güneş ayağa kısa paslarla oynamayı düşünüyor, Aykut ise bunu bozmak istiyor. Fakat maçı izleyenler biliyorlar ki, oyunun tamamı bu şekilde gitmedi. Kısa bazı bölümlerde iki taraf da bu şablonu takip etti. Fakat eğer oyun kurgusu değişmeseydi ve oyunun tamamında bu taktik üzerinden takımlar mücadele etmeye devam etseydi, bence uzun vadede rakibine üstünlük kurabilen takım Trabzonspor olurdu. Çünkü 10 dakikadan sonra Fenerbahçe'nin rakibi bozabilme kabiliyeti bozulmaya başlamıştı. Aynı şekilde Trabzonspor'un da rakibin bozma çabalarına karşı cevap verme başarıları 10. dakikadan sonra artmaya başlamıştı.

3) Yattara, çok iyi oynamadı, sadece biraz iyi oynadı. Kondisyon olarak güçsüz. Öyle sadece topla birkaç güzel hareket yapmak, bir gol atmak, ama arkaya hiç yardım etmemek, az koşmak günümüz futbolunda yeterli değil. Özellikle Trabzon'un oynamaya çalıştığı oyun anlayışı açısından da Yattara'nın güçsüz versiyonu uygun değil.

4) Teofilo, kondisyon olarak iyi; yani 90 dakika boyunca oyundan düşmüyor, koşuyor ve topun gittiği her yere gitmeye çalışıyor. Zaten maçtan sonra istatistiklere baktığımızda Trabzonspor adına maçın en çok koşan adamının Teofilo olduğunu görüyoruz. (10km civarında koşmuş). Bu açıdan çok büyük sorunu yok bence. Teofilo'nun sorunu fizik olarak güçsüz olması. Bu ne demek? Meselâ ikili mücadelelerde yetersiz; meselâ topla dripling yapıp ilerledikten sonra topa vurmak durumunda kalırsa bu vuruşu cılız oluyor, çünkü topla koştuğu zaman önemli bir enerji harcıyor; sonrasında da topa vuracak gücü kalmıyor. Bir de Teofilo'nun sol ayağı, sağ ayağına nazaran güçsüz; dünkü maçta sol ayakla vuruşları etkisiz kaldı. Bütün bunlara rağmen Teofilo o bildiğimiz fırsatçılığıyla, topu ve pozisyonu iyi takip edişiyle, gol noktasında iyi yer tutmasıyla dün yine de gol atabilirdi, ama olmadı. Yattara'nın pasına kendinden beklenmeyecek şekilde kötü bir vuruş yaptı ve yüzde yüz golü kaçırdı. O golü atmalıydı.

5) Benim en çok üzüldüğüm olay ise Glowacki'nin sakatlanması oldu. Glowacki gerçekten bence süper bir transfer. Biraz ağır, tamam, ama onun dışında takım savunmasına katkısı, savunmayı organize etmesi, yer tutması, pozisyon takibi, vs. bence dört dörtlük. O defanstayken gerçekten takım çok büyük güven veriyor. Sakatlandığı pozisyonda yüzündeki acıdan çok uzun bir süre sahalardan uzak kalacağı izlenimini aldım, ama Allah'tan 2-3 haftayla atlatılabilecek bir sakatlıkmış. Tamam 2-3 hafta da çok, ama ben o hareketten sonra eyvah dedim, gitti Glowacki.

6) Şenol Güneş'in ikinci yarıdaki Umut değişikliği bence de yerindeydi. Şenol Güneş gerçekten oyuna stratejik müdahaleler anlamında kendisini çok geliştirmiş. Boş boş oyuncu değiştirmiyor. Bir değişiklik yaptığı zaman oyuna mutlaka bir müdahele gerçekleştirmiş oluyor.

7) Colman iyi oynadı, ama şu penaltıları artık değiştirmesi lâzım. Ben Colman'ı bildim bileli penaltıyı hep o köşeye atar. Ya biraz da diğer köşeye at. Geçenlerde de bir maçta Colman yine o köşeye atıp, yine penaltıyı kaçırmıştı. Artık birinin Colman'ı uyarması lâzım. Rakip kaleciler de biliyor bunu artık ve o köşeye yatıyorlar. Bir de Alanzinho oynadığı zaman, Şenol Güneş Colman'ı sol kanat olarak oynatıyor. Bu olmuyor; işlemiyor. Colman sol kanatta olduğu zaman Trabzonspor'un sol kanadı işlemez hâle geliyor. Bir kere Colman kanattan ilerlemediği için ve Cale de ileriyle pek fazla çıkmadığı için, Trabzonspor sol kanattan hiç hücum yapamaz hâle geliyor. Bütün yük sağ kanadın üstüne ve ortaya biniyor. Colman'ın sol kanatta oynaması sadece hücumda değil, defansta da Trabzonspor'a sorun yaşatıyor. Colman kanat adamı olmadığı için ortaya geliyor ve sol kanat boş kalıyor. Bu durumda Cale sol tarafta tek başına kalıyor ve rakibi tek başına karşılamak zorunda kalıyor. Özellikle rakibin sağ kanadı iyiyse bu Trabzonspor'un sol kanat savunması açısından sorun oluşturuyor.

Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar. Daha sonra belki tekrar yazarım.


18 Ağustos 2010 Çarşamba

Young Boys Sürpriziymiş!!!

Milliyet'te bugün bir haber var; Young Boys Sürprizi başlığıyla... Sözüm ona Young Boys ilk sürprizi Fenerbahçe'yi eleyerek yapmıştı. Hepimizin malumu... İkinci turda Young Boys bir sürpriz daha yapmış ve ikinci turun ilk maçında kendi sahasında İngilizlerin önemli takımlarından Tottenham Hotspur'u, 3-0 öne geçtiği maçta, daha sonra skoru koruyamayarak 3-2 yenmiş. 3-2 de olsa bu güzel bir skordur. Orası ayrı. Ama bunun sürprizliği meselesi şüpheli...

Fenerbahçe olayından sonra Young Boys hakkında çok yorum yapıldı ve yaşanan olaya herkes sürpriz dedi. Rıdvan da dahil. Bu olay sürpriz falan değildi. Young Boys'la oynana ilk maçı izleyen herkes, eğer baştan önyargılı değilse, adamların nasıl güzel futbol oynadıklarını, nasıl iyi futbolculara sahip olduklarını, nasıl kaliteli bir taktik anlayışına sahip olduklarını - bu taktiğin bazı eksiklikleri olsa da - rahatlıkla görecektir. Dolayısıyla Young Boys'un Fenerbahçe'yi elemesi kesinlikle sürpriz falan değildir. Young Boys, Fenerbahçe'yi hak ederek, süper oynarak, parçalayarak yendi. İlk maçı izleyen bir insan için olabilecek en doğal şey Young Boys'un turu geçmesiydi. Nitekim öyle de oldu.

Young Boys sürpriz falan yapmıyor. Young Boys sadece kendinden bekleneni yapıyor. Tottenham'ı da eleyip Şampiyonlar Ligi'ne katılmaya hak kazanırlarsa yine kendilerinden bekleneni yapmış olacaklar. Bu kadar iyi bir takımın yeri doğal olarak Şampiyonlar Ligi'dir. Başarılar Young Boys.

17 Ağustos 2010 Salı

Teofilo'nun Golleri

Teofilo son iki maçta 5 gol attı. Herkes Teofilo'nun beklenen patlamayı yaptığını yazmaya başladı ve ortalık birden güllük gülistanlık havasına büründü. Ben Teofilo konusunda karamsar değilim, ama Trabzonspor'un gol sorununun artık çözüldüğüne dair bu kadar kesin, net açıklamaları yapmayı henüz uygun bulmuyorum. Gelin Teoflio'nun gollerini biraz analiz edelim.

Bursaspor Maçı:

1) Birinci gol, bildiğiniz gibi, kaleciden dönen topun tamamlanması neticesinde oldu. Bu gol Teofilo'nun takipçiliğini ve fırsatçılığını gösteriyor. Topa vururken de, abanarak, rastgele vurmadı, gayet teknik bir şekilde, kalenin diğer köşesine göndermeye çalıştı. Bütün bunlar bence artı puanlar.

2) İkinci gol, Bursaspor defansının arasına kaçarak attığı gol. Bu pozisyonda ise, ara pasını alışı, dönüşü, kaleye yönelişi, topu sürüşü ve kaleciyle karşı karşıya kaldıktan sonra yine teknik ve nâzik bir şekilde topu kalecinin üzerinden aşırtarak golü yapışını gördük. Bence bu gol başından sonuna kadar kalite doluydu.

3) Üçüncü gol, kornerde, Egemen'in kafa topuna ayak koymasıyla gerçekleşti. Bu da yine Teofilo'nun takipçiliğini, fırsatçılığını ve bir golcü olarak nerede duracağını bildiğini gösteriyor bence.

Ankaragücü Maçı:

1) Birinci gol, Umut'un pasında, boş kaleye kafa golüyle atıldı. Bu gol için fazla söyleyecek birşey yok bence. Yani boş kaleye atılan bir gol. Sadece gol noktasında oraya koşuşu hakkında olumlu birşey söylenebilir belki. Yani eğer Teofilo orada olmasaydı, o pozisyon golle sonuçlanmayabilirdi.

2) İkinci gol de yine kaleciden dönen topu takibi sayesinde oldu. Bu gol, Bursaspor maçındaki birinci gole benzer bir goldü. Benzer yorumlar bu gol için de yapılabilir.

Şimdi golleri tekrar gözümüzde canlandırdık ve yorumladık. Bence bu goller çerçevesinde Teofilo'ya olumsuz şeyler söylemek pek mümkün değil. Bu goller çerçevesinde gördüğümüz şunlar: 1) Teofilo'nun son vuruşları çok teknik ve kaliteli. 2) Bir golcü olarak duracağı yeri biliyor. 3) Bir golcü olarak, pozisyonları iyi takip ediyor ve golü bulabiliyor, yani takipçi ve fırsatçı. 4) Aralara iyi kaçabiliyor.

Bunlara ilâve olarak görebildiğim kadarıyla Teofilo'nun olumlu özellikleri şunlar: Kaleye sırtı dönük olarak oynayabiliyor. Bu şekilde hücuma kalkan takım arkadaşlarına duvar vazifesi görüp, ver-kaç, duvar pası varyasyonlarını yaptırabiliyor. Sırtı dönük topu alıp, kanatlara doğru topu arkadaşlarına kazandırıp, oyunu açabiliyor, oyunun yönünü değiştirebiliyor, hücumu zenginleştiriyor.

Peki, Teofilo'nun bence hâlâ eksik olan yönleri neler? 1) Teofilo eskisine nazaran biraz daha güçlü, ama hâlâ yeterince kuvvetli değil. Çok hafif temaslarda dahi yere düşebiliyor. İkili mücadelelere girebilecek tarzda bir golcü görünümü vermiyor. 2) Çok güçlü olmadığı için topu alıp, uzun mesafe sürüp, gol yapabilecek tarzda bir golcü olduğu izlenimini de vermiyor. Bursaspor maçında attığı ikinci golde topu alıp, sürdü ve gol attı, tamam, ama oradaki mesafe çok kısaydı. 3) Güçlü olmadığı için topu kolay kaptırabiliyor; ileride topu ayağında tutan bir oyuncu değil gibi. 4) Eski takımında kafa ile çok gol atmış, ama şu ana kadar kafa vuruşları çok sert ve etkili değildi.

Evet, şimdilik söyleyebileceklerim bunlar. Yeni sezonda henüz iki maçta izleyebildik. Bütün hünerlerini henüz görmemiş olabiliriz. Zaman Teofilo'nun nasıl bir golcü olduğunu daha iyi gösterecek. Ben Teofilo'dan gerçekten çok ümitliyim. Kendisini fizik ve kondisyon olarak daha da güçlendirebilirse bence çok iyi olacaktır. Bekleyip, göreceğiz.

15 Ağustos 2010 Pazar

Sivasspor - Galatasaray Hakkında

Dünkü maçı izledim; iki takım için de nâçizâne bazı yorumlarım var; onları aktarayım.

1) Sivas, Rıdvan'ın da dediği gibi, sahaya beraberlik için çıkmamış. Tebrikler. Artık kafalardan biz küçük takımız, biz Anadolu takımıyız, bir savunma yapmalıyız, biz beraberliğe oynamalıyız fikirlerinin çıkarılması lâzım. Artık süper ligde her takım her takımı yenebilir. Tamam, parasal olarak kulüpler arasında hâlâ büyük farklılıklar var, ama futbol açısından artık o kadar fark yok. Yapılması gereken kafayı değiştirmek ve her maça çıkıp kazanmak için mücadele etmek. Dün Sivas bunu yaptı; iyi oynadı ve 3 puanı aldı. Umarım Sivas bundan sonra bütün maçlarını kazanmak için oynar. Ve umarım diğer bütün takımlar da bundan sonra maçlarına kazanmak için çıkarlar... Aman biz "büyük takımla" oynuyoruz, savunma yapalım, bir puanı koparalım anlayışından onlar da çıksınlar artık.

2) Sivas'ta benim gördüğüm eksiklik şuydu: Skoru 2-1'e getirdikten sonra Sivas geriye çok yaslandı ve kontraatak futbolu oynamaya çalıştı. Bu süreçte aslında topu daha fazla ayaklarında tutmaya çalışmalı; kontrolü ellerine alıp, oyunu yavaşlatmaya çalışmalılardı. Hee, taktik, teknik ve fiziksel olarak bunu yapmada yetersiz olabilirler; ama bence bunu yapmayı düşünmelilerdi. Böyle yapmayınca ne oldu? Top sürekli Galatasaray'da kaldı; onlar da, aslında hiç iyi oynamamalarına rağmen, topu sürekli rakip sahada tutabildiler.

3) Sivas'ın oyuncu değişiklikleri de bence çok iyi değildi. Maçın 70'inci dakikalarında Ceyhun sekerek oynamaya başlamıştı. Tamam, iyi oyuncu, her an bir ara pası atıp birşeyler yapabilir, ama bence orta sahadaki direnci arttırmak adına, onun çıkması ve orta sahaya dirençli bir oyuncunun alınması gerekiyordu. Mehmet Yıldız'ın da erken çıkması yanlıştı bence. Çünkü o da ileride top tutabilen bir oyuncuydu. Rakip defansı da en fazla yoran adamdı. Onun takımda olması, Sivas defansına nefes aldırıyordu.

4) Galatasaray için söyleyecek fazla şeyim yok aslında. Rıdvan'ın yorumlarına genel olarak katılıyorum. Bu takımdan Arda'yı, Kewel'ı çıkar, takım sıradan bir takıma döner. Bu kadroyla Galatasaray'ın işi zor. İsim olarak, parasal olarak sözde "büyük" olmak da artık maç kazandırmıyor. O yüzden pek umut yok yani... Bakalım, ilerleyen haftalarda göreceğiz.

Yeni Lig, Eski Kafalar

Yeni lig başladı; ama kafalar hâlâ eskide... Geçen sene süper lig, yapılan televizyon ihâlesi sonrasında çok yüksek bir meblağa ulaştı ve takımlara önemli paralar gitmeye başladı. Takımlar kendilerini geliştiriyor, değiştiriyor, ama medya, futbol hakkında yorum yapan kişiler hâlâ değişemedi. Kafaları hâlâ eskinin sistemiyle çalışıyor. Ne demek istiyorum? Dünkü maçlar üzerinden birkaç şey söyleyelim.

1) Artık yorumcular, 3 büyükler, 4 büyükler, 5 büyükler muhabbetini bırakmalı. Süper ligde her takım bir takımdır; bunları baştan kategorilere ayırmak haksızlıktır.

2) Artık yorumcular, Galatasaray, Beşiktaş, Fenerbahçe maçlarından sonra analizlerini yaparken, "Fenerbahçe neden yenildi?", "Galatasaray neden kaybetti?" gibi sorunlar üzerinden gitmemeliler. Ne yani, Fenerbahçe'nin yenilmesinde bir anormallik mi var? "Sivasspor neden kazandı?" diye bir soru neden sorulmuyor?

3) Maçı anlatan kişiler bambaşka bir âlem zaten... Maç boyunca sözde "büyük takımın" yorumcusu gibi konuşmaktan başka birşey yapmıyorlar. Yok, işte kazanmak için Galatasaray'ın şunu yapması lâzım, Galatasaray neden gol yedi, falan filan... Kardeşim, sizde nasıl bir kafa var ya? Oyunu oynayan Sivasspor, sahada gezinen Galatasaray; Sivasspor'un o maçı kazanmasından daha doğal bir şey olabilir mi? Ee Sivasspor'u konuşmak varken, kalkmış ne Galatasaray'ın neden kaybettiğini konuşuyorsunuz?

4) "Sivasspor haklı bir galibiyet aldı" muhabbeti... Bu da şey demek gibi... Aslında Sivasspor'un kazanmaması gerekiyordu; eh işte, garipler oynadılar, iyi de mücadele ettiler; hadi kazansınlar bari...

5) Futbolcuların da kafalarının değişmesi lâzım... Hâlâ hâkeme itiraz, itiraz, itiraz... Bir de herkes kendisini hâkemlerin yanında Allah falan zannediyor. Yani o kadar. Hâkem faul veriyor; Arda bütün sinirleri gerilmiş suratıyla hâkemin yanına kadar can hıraş koşuyor ve bağırmaya başlıyor... "Ulaaannn bu faaauulll deeğğiilll!!!!!" Elinde olsa, çekip vuracak adamı yani... Rijkard taa kulübeden kalkıp geliyor; beraberinde yedeklerle birlikte. Ulan Gökhan Zan sana ne oluyor? Sen adam olsan, adam gibi kendine bakarsın, takımda oynarsın. He, hem kendine bakma, sürekli sakatlan, hem de taraftara oyna; işte bakın ben takım için nasıl savaşıyorum; yedek kulübesinde otursam da nasıl takım için çırpınıyorum falan havaları vermeye çalış. Ben olsam o hâkemin yerinde Galatasaray'dan birkaç kişiye kırmızı kartları çakardım. Artık bu sözde "büyük" takımların oyuncularının, yöneticilerinin, teknik adamlarının AKILLANMASI gerek. Bunların hepsinin ADAM EDİLMESİ gerek. Yok öyle mahalle kabadayılığı artık. Kafalarınızı değiştirin. Bakalım, bekleyip göreceğiz, bu Rijkard'a, yedek oyunculara vs. bir ceza gelecek mi...

21 Şubat 2010 Pazar

Trabzonspor Analiz: Kısım II

Evet, değerlendirmemize devam edelim:

1) Önceki kısımda da belirttiğimiz gibi ideal kadro diye tutturmak yanlıştı. Bu maça birazcık farklı bir kadro ile çıkmak gerekirdi. Bence ilk onbirde Engin'in yerine sol kanatta Gabriç ile başlanmalıydı. Umut tek forvet olarak oynamamalıydı; Teofilo maça ilk 11'de başlamalıydı. Ben bu durumda ilk onbirden Alanzinho'yu çıkartırdım; onu yedekte tutardım. Maçın gidişatına göre oyuna sokulup, oyunu değiştirebilecek bir oyuncu Alanzinho, ama çift forvetle başlanan bir maçta, orta sahaya biraz daha defansif gücü yüksek oyuncular koymak daha yerinde olur diye düşünüyorum. Dolayısıyla benim ilk onbirim şöyle olurdu: Onur - Egemen - Giray - Cale - Ömer - Gabriç - Colman - Selçuk - Serkan - Teofilo - Umut. Oyunun gidişatına göre de Alanzinho ve Burak'ı oyuna alırdım.

2) Şenol Güneş ilk onbirin yanlışlığını ilerleyen dakikalarda anladı ve devre arasında iki oyuncu birden değiştirdi. Gabriç'i ve Teofilo'yu oyuna aldı. Ama bence çıkardığı oyuncular yanlış oyunculardı. Ömer Aysan ilk yarının en başarılı oyuncularındandı. Sağbek olmasına rağmen sürekli ileriye çıkıp, kanatlardan orta yapan tek Trabzonspor'luydu. Onun oyunda tutulması gerekiyordu bence. İkinci olarak Gabriç'i oyuna aldı, fakat sol kanatta oynatması gerekirken, sağ kanatta oynattı. Zaten o ana kadar hiç birşey yapmayan, hatta bazı anlarda çirkeflik yapan Engin'i, sol kanatta oynatmaya devam etti. Ben olsam Engin'i oyundan çıkartırdım, ama mademki oyunda tutuyorsun, o zaman bari Gabriç'i kendi yerinde, yani sol açıkta oynat, ki adam faydalı olsun. Ben şahsen Cale ile Gabriç'in sol kanatta iyi bir ikili oluşturduklarını düşünüyorum. Hatırlayacak olursanız, geçen hafta Bursaspor maçındaki golü de oyuna girdikten sonra yaptığı ortasıyla Gabriç hazırladı.

Trabzonspor - İ.B.B: İdeal Kadro Meselesi

Dün Trabzonspor - İstanbul B.B. maçını izledim. Bu maçla ilgili olarak Trabzonspor'a yönelik bazı eleştirilerim, değerlendirmelerim olacak. Biraz uzun olduğu için bu eleştirileri birkaç yazı çerçevesinde yazacağım. Bu ilk yazı "ideal kadro" meselesi hakkında olacak.

Şimdi, meseleye şu "ideal kadroyu bozmamak" muhabbetinden başlayalım. İdeal kadro ne demek? Şu demek... Şans eseri veya belirli bir analiz ertesinde bulduğunuz bir kadro kombinasyonu önce bir maç kazanıyor, ikinci maçı kazanıyor ve üçüncü maçı kazanıyor. Burada bu kadronun kaç maç kazandığı önemli değil; önemli olan bu kadronun istatistiksel olarak yeterli sayıda maç kazanması ve ileriki maçları da kazanabileceğine yönelik gerekli bir güveni teknik direktöre vermiş olması. Ama burada bazı sorunlar var. Birincisi, bu gerçek olmayan bir güven, sahte bir güven.

İkincisi, istatistiklere güvenilebilecek diye bir şey yok; yani geçmişteki maçların kazanılmış olması, gelecekteki maçların da kazanılabileceğini garanti etmiyor.

Üçüncüsü, elinizdeki kadronun kendi başına bir mükemmelliğini olmaması. Yani sahaya çıkardığınız kadronun sadece kendi içinde iyi olması önemli değildir, ya da bir kadro sadece elinizdeki oyuncular arasından en "kaliteli" kombinasyonu çıkarabilecek şekilde tasarlanmaz. Bir kadroyu oluştururken dikkate almanız gereken en önemli etkenlerden biri de rakiptir, rakibin oyuncularıdır, rakibin tehlikeli oyuncularıdır, rakibin oyun stilidir, rakibin güçlü ve zayıf yönleridir. Yani, ideal kadronuz kendi içinde iyi bir kadro gibi görünebilir, geçmişteki bazı maçları kazanmış olabilir, ama yeni oynayacağınız rakibinize karşı tasarlanmamışsa, o zaman kadro kurumunda ciddi bir zaafınız var demektir.

Dördüncü olarak ise, ideal kadro diye tutturmak şu soruna da yol açar. Şimdi ideal kadroyu bir nevi istatistiksel bir başarıya endeksli olarak aynı tutmaya devam ettiğiniz sürece kadrodaki rekabeti, oyuncu değişimini sağlayamazsınız. Ne yapacaksınız yani? İdeal kadro kazandığı, başarılı olduğu sürece, kadroyu hiç değiştirmeyecek misiniz? Peki o zaman, yedekler kadroya ne zaman ve nasıl girebilecek? İdeal kadro diye tutturduğunuzda, ancak bir sakatlık veya cezalı olma durumu olduğu zaman yedeklere şans doğabilir. Bu durum da kadro rekabetini, oyuncular arasındaki rekabeti vs. olumsuz yönde etkiler.

Beşinci ve son olarak ise ideal kadro diye diye sürekli aynı kadroyu çıkardığınız zaman, artık belli sayıdaki bir maçtan sonra rakipleriniz sizi, oyununuzu, taktiğinizi, nasıl oynayacağınızı, güçlü ve zayıf yönlerinizi çözmeye başlar. Sizi çözdükçe de size uygun önlemler alırlar. Bu da sizin başarılı olabilme ihtimalinizi azaltır. Aksine bazen sürpriz yapmalısınız, yeni taktikler ve oyuncular denemelisiniz ki, rakibinizi şaşırtarak başarılı olabilme yolunda önünüze bazı imkanlar çıkabilsin.

5 Şubat 2010 Cuma

Farklı Bir Film: Avatar

Sürü sürü aptal Türk yapımı film izledikten sonra - ki bu epey uzunca bir süreyi ifade ediyor - sonunda verdiğim paraya değen bir film izleyebildim. Evet, dün Avatar'ı izledim. Aradığım ,çok fazla birşey değil aslında... Aradığım izleyicisine, kendisine, yaptığı işe, aldığı paraya, övgüye, aldığı karşılığa saygı duyan bir yönetmen, bir senarist, bir oyuncu, vs. Aradığım, yaptığı işi köşeyi dönmek için yapmaya çalışan biri değil - Bkz: Şahan Gökbakar ve Recep İvedik tiplemesi. Evet Şahan Gökbakar, Recep İvedik sayesinde çok para kazandı; o paralarla çok güzel ve rahat bir hayat da geçiriyordur. Peki ya sonra? İngilizce'de çok güzel bir tabir var ya, işte Şahan'a sorulması gereken soru bence bu: so what? Ya da belki de bu soruyu Şahan'ın kendisine sorması gerek, ama neyse bizim konumuz ne Şahan ne de Recep İvedik.

Evet, sonunda bana saygı duyduğunu gördüğüm, hissettiğim, düşündüğüm bir yönetmen, bir oyuncu kadrosu, bir senarist, bir film izledim. Kendime saygı duyulduğunu, benim önüme koyulan ürüne verilmiş emekten anlayabiliyorum. O ürün için harcanmış vakti, sarfedilmiş enerjiyi, o film için yorulmuş zihinleri, o film için fikir üretmiş beyinleri, o film için insan ömründen tüketilmiş her saniyeyi düşünüyorum ve o her saniye için bana ve o saniyeleri tüketenlerin kendilerine karşı duydukları saygıyı görüyorum; hissediyorum. İnsanın ömrü sınırlı ve bu ömre neler sığdırabilirseniz, siz o oluyorsunuz. İnsan, kendi yapıp ettikleriyle kendisini ortaya çıkarıyor; insan haline geliyor. Evet, insan, aslında bu şekilde insan oluyor.

Bir felsefe hocam vakti zamanında dünyadaki her canlının (bitki, hayvan, insan, vs.) bir yaşamı olduğunu, fakat bunlar içerisinde yalnızca insanın bir hayatı olduğunu söylemişti. Güzel söylemiş; ama bence eksik söylemiş. Çünkü bütün insanların, yani bir hayatı olan insanların hepsinin, doğal olarak da bir hayatları yok. Yani, bir insanın yaşıyor olması, canlı olması, otomatik olarak onun bir hayatının da olduğu anlamına gelmiyor. Yaşamak farklı birşey, hayata sahip olmak başka birşey, çünkü ikincisi aktif olarak yapılan birşey. Bir hayatının olabilmesi için, kişinin insiyatifi ele alması gerekiyor; pozitif birşeyler yapması, harekete geçmesi, yürümesi, koşması, düşünmesi, yorulması, üzülmesi gerekiyor. Yaşamak daha ziyade içgüdüsel olarak yapılan birşey; ama bir hayata sahip olmak içgüdüsel gibi görünen şeyleri dahi - mesela nefes almayı, nefes vermeyi - hissetmeyi, bilmeyi, anlamayı, yaşamayı gerektiriyor. Yaşamak için sadece bu kadarı - yani nefes alıp vermesi, beslenmesi, vs. yetebilirken - bir hayata sahip olabilmek için kendine saygı duymak gerekiyor; ama sadece bu da yetmiyor. Bir hayata sahip olabilmek için yaşayan diğer herşeye, bitkiye, hayvana ve insana da, saygı duymak gerekiyor.

Ama herkes bu yolu seçmek zorunda değil tabii ki; kaldı ki herkes seçmiyor da zaten... İşte o yüzden bazıları Recep İvedik'i ortaya çıkarırken, bazıları da Avatar'ı yapıyor.

Fark bence burada.